Hoş Geldiniz
CLick FoRuM

Join the forum, it's quick and easy

Hoş Geldiniz
CLick FoRuM

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Büyük Hun imparatorluğu

    heavenskhan
    heavenskhan


    Mesaj Sayısı : 120
    İtibar : 0
    Kayıt tarihi : 31/05/10
    Yaş : 32
    Nerden : Adapazarı

    Büyük Hun imparatorluğu Empty Büyük Hun imparatorluğu

    Mesaj tarafından heavenskhan Salı Haz. 01, 2010 8:58 pm

    [Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
    Türk göçlerinin doğu yönünde devam
    ettiği asırlarda, Çin’de kurulan Chou devletinin (M.Ö. 1050-256)
    Türklerle ilgisi üzerine dikkat çekilmiş, hükümdar sülalesinde Gök
    dini, Güneş ve yıldızların kutlu sayılması gibi inançlarla, askerî
    kuvvette harp arabalarının bulunması ve devletin, daha çok, Türklerle
    meskûn bölgede (Şensi, Batı Şansi, Kansu) kurulmuş olması, çeşitli ilim
    dallarından bazı bilginleri (F. Hirth, B. Karlgren, Ed. Chavannes, J.
    C. Anderson, R. Wilhelm, W. Eberhard vb.), bu hanedanın aslen Türk
    olabileceği, veyahut devlette Türk unsurunun hakim bulunduğu
    düşüncesine sevk etmiştir. Bununla beraber, aslında daha ziyade Türk
    kültürü tesiri fazla belirli bir Çin devlet ve cemiyeti gibi görünen
    Chou devletine ait bu faraziye kesinlik kazanıncaya kadar, Asya Türk
    tarihini Hunlarla başlatmak yerinde olacaktır.

    Çin kaynaklarında, M.Ö. 4. asırdan itibaren, Türklerle birlikte
    Moğol Tunguz soyundan bazı grupların başındaki “Kuzey Barbarları
    Hanedanı”nı belirlemek üzere Hiungnu (Hsiungnu) diye anılan kütlenin,
    hangi soydan oldukları hakkında, türlü görüşler ileri sürülmüştür. Bu
    görüşlerde, eskiden, Çin kaynaklarının Hiungnularla ilgili olarak
    verdikleri örf, adet ve ekonomik faaliyetlere ait, iyi incelenmemiş
    bilgi dikkate alınmış, son zamanlarda ise hayli ilerleyen dil ve kültür
    araştırmaları, esas teşkil etmiştir.

    Bunlara göre, Hiungnular Türk’tür (J. De Guignes, 1757; J. Klaproth,
    1825; F. Hirth, 1899; J. Marquart, 1903; P. Pelliot, 1920; 0. Franke,
    1930; Gy. Nemeth, 1930; McGovern, 1939; R. Grousset, 1942; W. Eberhard,
    1942; B. Szasz, 1943; L. Bazin, 1949; F. Altheim, 1953; H.V. Haussig,
    1954; W. Samolin, 1958; 0. Pritsak, 1959; G. Clauson, 1960 vb.). K.
    Shiratori, önce Türk kabul etmiş, sonra da Moğol olduklarını
    söylemiştir. L. Ligetiye göre, Hiungnuların kimliğini tespit etmek
    müşküldür. A. V. Gabain, Türk-Moğol karışımı oldukları fikrindedir.

    Her ne kadar, Hiungnuların büyük imparatorluğunda, Türkler yanında
    Moğol, Tunguz vb. yabancı kavimlerin de yer almaları tabiî ise de,
    devleti kuran ve yürüten asıl unsurun Türk olduğunda şüphe yoktur. Bu
    devlette, aslında orman kavmi olan Moğol ve Tunguz değil, Türk bozkır
    kültürü hakim olup, Gök Tanrı’ya inanılıyor (aslında totemci olan
    Moğollara, “Tanrı” sözü, sonra Türklerden intikal etmiştir); aile, “baba
    hukuku” üzerine kurulu bulunuyordu.

    Nihayet Hiungnu devletinde idareci zümre ve hanedanın dili Türkçe
    idi. Siyasî ve kültürel münasebetler vesilesi ile, Çin yıllıklarında
    Hiungnu dilinden zapt edilen, Tanrı, kut, börü, il (el), ordu, tuğ,
    kılıç vb. kelimeler Türkçe olup Türk dilinin en eski yadigârlarındandır.
    Ve nihayet devletin sahipleri, kendilerine, Türkçe’de “kavim, halk”
    manasında olan “Hun” (Khun=/tü/ı) diyorlardı. “Hun” adı, bir görüşe
    göre, M.Ö. 1. bin başlarında “Kwan, Gun”, 5. asırdan önce “Kun”, 4. ve
    3. asırlarda ise “Khun” telaffuz edilmişti. Ağırlık merkezinin,
    Orhun-Selenga ırmaklan ve Türklerce kutlu ülke sayılan Ötüken havalisi,
    Orhun ırmağı üzerindeki Karakum ile Ordos bölgesi arasında bulunduğu
    anlaşılan Hun siyasî birliğinin kesin tarihini, M.Ö. 4. asırdan itibaren
    takip etmek mümkün olmaktadır. Hunlarla ilgili en eski yazılı vesika
    olarak, M.Ö. 318 yılında yapılan bir anlaşma zikredilmiştir.

    O zaman, Chou iktidarının zayıflaması sonucu meydana çıkan 14 kadar
    büyük derebeyliğin mücadele sahası olan Çin’de, birbirleri ile savaş
    halindeki bu feodal “muharip devletler”den Ch’in (Ts’in)’in gittikçe
    kuvvetlenmesinden endişelenen komşu beş “krallık” (derebeylik),
    zikredilen yılda, Hun birliği (Hiungnu) ile ittifak antlaşması yapmıştı.
    Hunlar, daha sonra Çin topraklarında baskıyı artırdılar. Mahallî
    hanedanlar, uzun müdafaa savaşları sırasında, korunmak maksadı ile,
    meskûn sahaları ve askerî yığınak yerlerini surlarla çeviriyorlardı.

    Chou’lardan iktidarı M.Ö. 256′da tamamen devralan Ch’in devletinin
    (Şensi’de) ünlü hükümdarı Shihhuangti (M.Ö. 247-210), kuzey
    taarruzlarına karşı sınırlarını büsbütün kapamak için, surların iç
    kısımlarını yıktırarak elde ettiği malzeme ile, dış surları birbirine
    bağlamak ve boş yerleri tamamlatmak sureti ile, meşhur Çin Seddi’ni (15
    m. yükseklik, 9 m. genişlik, düz bir hat halinde uzunluk:1845 km.)
    meydana getirdi (M.Ö. 214). Böylece, Çinlilerin en tesirli korunma
    tedbirini aldıklarına kanaat getirdikleri bu sırada, iki mühim hadise
    vukua geldi: Çin’de uzun müddet dirayetli imparatorlar yetiştiren Han
    sülalesinin (İlk Han, M.Ö. 206-M.S. 22, İkinci Han M.S. 24-220)
    kurulması ve Hun devletinin başına da Mo-tun’un (veya Maotun, Mavdun;
    eski okunuşlar: Moduk, Meitei, Mote, Mete) geçmesi (M.Ö. 209).

    Çin kaynaklarında, Hunların Tuku (=Türk?) adlı aile veya kabilesine
    mensup olduğu bildirilen Mo-tun (Beğtun), kendi oğlunu tahta getirmeyi
    tasarlayan üvey anasının teşviki ile, babası T’uman tarafından tahttan
    mahrum bırakılması teşebbüsü karşısında, emrindeki, demir disiplin
    altında yetiştirilmiş, 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek avında
    Tuman’ın öldürülmesi üzerine, Hun hükümdarı ilan edilerek (M.Ö.
    209-174), Hun dilinde “imparator” manasında “sonsuz genişlik, yücelik,
    ululuk” ifade eden ve Asya Türk devletlerinde 6 asır kadar kullanılan
    Tanhu (türlü okuyuşlar: Tanju, Jenuye, Şanu ve son olarak, aynı Çince
    işaretin bugünkü söylenişi ile Şanyü, Şany) unvanını aldı.

    Devletini yeniden düzenledi ve kendisini iyi tanımadıkları anlaşılan
    Tunghuların (doğudaki Moğol-Tunguz kabileler birliği) ısrarla toprak
    talepleri karşısında savaş açarak, onları perişan etti. Böylece,
    hakimiyetini kuzey Peçili’ye kadar genişlettikten sonra, Orta Asya’da
    Tanrı dağları, Kansu havalisindeki, Hind-Avrupa menşeli sanılan
    Yüeçileri (Yüehch’ih) mağlup etti (M.Ö. 203). O sırada, Hun devleti “Sol
    Bilge eligi”nin Shangku’da, “Sağ Bilge eligi”nin Shangkün’de (Şensi)
    ikamet ettiği tahmin edildiği bu dönemde Mo-tun, daha sonra, Çin
    topraklarına yöneldi, 3 yıl kadar sürdüğü anlaşılan (201-199) bu
    savaşlarda Mai, Taiyuan bölgelerini zapt etti. Han sülalesinin kurucusu
    imparator Kaoti’nin (M.Ö. 206-195) 320 bin kişilik ordusunu, Paiteng’de
    bozkır usulü sahte ric’at gösterisi (Turan Taktiği) ile çember içine
    aldı. İmparator, bozkır bölgelerinin Hun devletine terki, yiyecek ve
    ipek verilmesi ve yıllık vergi şartları ile kendini ve ordusunu
    kurtarmağa muvaffak oldu.

    Doğu Asya tarihinde, iki büyük devlet arasında akdedilmiş ilk
    milletlerarası mukavele olduğu belirtilen bu antlaşma (M.Ö. 201)
    gereğince, Mo-tun’un bir Çin prensesi ile de evlenmesi sonucu, Çin ile
    dostluk havası içinde, imparatoriçe Lü (M.Ö. 195-179) ve imparator Wenti
    (M.Ö. 179-157) zamanlarında da devam etmiş olan ticarî münasebetler
    geliştirilirken, Mo-tun, ****** gölü kıyılarından İrtiş yatağına kadar
    olan bozkırları ve daha batıdaki Tingling’ler, bazı Ogur (Hochieh =
    0k’ue) kollan ile meskûn araziyi, kuzey Türkistan’ı zaptetti ve oradaki
    Yüeçi’lerin komşusu Wusun’ları himayesine aldı. Bu suretle Büyük Hun
    hükümdarı, o çağda Asya kıtasında yaşayan Türk soyundan hemen bütün
    toplulukları, kendi idaresinde tek bayrak altında toplamış oluyordu.

    İmparatorluk sınırlarının, doğuda Kore’ye, kuzeyde ****** gölü ve
    Ob, İrtiş, İşim nehirlerine, batıda Aral Gölüne, güneyde Çin’de Wei
    ırmağı – Tibet yaylası – Karakurum dağları hattına ulaştığı bu
    tarihlerde, Hunlara tabi olanlar arasında, Moğollar, Tibetliler,
    Tunguzlar ve Çinliler de vardır. Mo-tun tarafından Çin hükümetine
    gönderilen, M.Ö. 176 tarihli mektuptan anlaşıldığına göre, yalnız İç
    Asya’da Türk devletine bağlı kavim ve şehir devletçiklerinin sayısı 26
    idi ve hepsi, Tanhu’nun ifadesi ile “yay geren”lerle “tek bir aile”
    halinde birleşmişlerdi.

    Mo-tun, M.Ö. 174 yılında öldüğü zaman, sivil ve askerî teşkilatı, iç
    ve dış siyaseti, dini, ordusu, harp tekniği ve sanatı ile yüksek
    vasıflı bir cemiyet halinde, daha sonraki bütün Türk devletlerine örnek
    olan, tarihi kesin ilk Türk siyasî teşekkülü olan “Büyük Hun Devleti”,
    kudretinin zirvesinde bulunuyordu. Görüldüğü üzere bu devlet,
    idaresindeki kısıtlı tarım sahalarına karşılık, daha ziyade, otlağı bol,
    besiciliğe elverişli bozkırlar bölgesinde kurulmuştu.
    Ekonomisinin temeli, başta at olmak üzere, hayvan yetiştiricilik idi.
    Buna göre, sosyal durumu da, toprağa bağlı “köylü” kültüründeki geniş
    arazi sahibi Çin “gentry” tabakası ile köle sınıfından çok farklı idi.
    Ne malikanelere, ne de toprak kölelerine rastlanmayan Hun bölgelerinde
    halk, kan akrabalığı ile birbirine bağlı ailelerin meydana getirdiği
    sosyal ve siyasî birlikler olarak, disiplinli ve kendilerini müdafaa
    için daima silahlı kabileler (boylar) halinde yaşıyor ve devlet, bu
    kabile birliklerinin (budunlar) kendi aralarında sıkı işbirliği
    yapmalarından doğuyordu. Devlet, bu kuruluşu icabı ve bilhassa ordunun
    Mo-tun tarafından tanziminden sonra, merkezden idare edilen bir “askerî
    teşkilat” niteliği kazanması sebebi ile askerî karakterde idi ve
    gerekli şartlar (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve silah) hazır olduğu
    için de fütuhata açıktı. Bu yönden de, “köylü” Çin devletinden
    ayrılıyordu.

    Çin’de esas rejim “feodalite” olduğu halde, Hun devletinde
    merkeziyetçilik, dikkati çekecek kadar belirli idi. Küçük memurlar ve
    bazı müşavirler belki Çinli idi, fakat emirlerindeki silahlı
    kuvvetlerle, aynı zamanda birer kumandan olan bütün yüksek görevliler
    ile birinci derecede sorumlu makam sahipleri, hep Hun asıldan oldukları
    gibi, devlet teşkilatının da (mesela, sağ-sol veya doğu-batı taksimatı
    vb.) Çinlilik ile hiç ilgisi yoktu. Mo-tun tarafından gerçekleştirilen
    ve toplulukta kabilecilik gayretlerini kırarak adeta devlete millî
    topluluk havasını getiren ordudaki 10′lu tertip de Türk idi.

    Esasen devletin millî karakterinin korunmasına dikkat edildiğine
    dair bazı davranışlar göze çarpıyordu: Mesela Paiteng’de, imparator
    idaresindeki Çin ordusunu kuşatan Mo-tun’un, Çin içlerine dalarak
    bozkırdan uzaklaşmasına, zevcesi ve herhalde devlet meclisi tarafından
    engel olunmuştu. İnanç yönünden de, ne Moğol totemciliği, ne de Çin
    toprak tanrıcılığı ile ilgisi bulunan, bozkır Türk Gök-Tanrı
    itikadındaki Hun devletinin meydana gelişinde, “Çin imparatorluğu”nun
    model olduğuna dair yaygın görüş, normal ölçülerdeki karşılıklı kültür
    tesirleri dışında, doğru sayılmamalıdır. Zira bu düşüncenin gerekçesinde
    ileri sürülen, “Hiungnu hükümdarının, tıpkı Çin imparatoru gibi Gök’ün
    (Tanrı’nın) oğlu olarak görünmek ve Çin’dekine benzer saray erkânına
    sahip olmak lüzumu”, Hun devleti için zarurî değildi.

    Önce, devlet, Çin topraklarında değil, “Hiungnu”lar sahasında
    kurulmuştu; dolayısıyla Çin meşruiyet prensiplerini, bu devlette
    aramakta isabet yoktur. İkincisi, Mo-tun’un “Gök’ün oğlu” diye bir unvan
    takındığı şüphelidir, çünkü onu tavsif eden: T’engli Koto (aynı Çince
    işaretin bugünkü söylenişi ile, Ch’engli kut’u) tabirindeki şimdiye
    kadar “oğul” manasına geldiği sanılan ikinci kelimenin “kut” (siyasî
    iktidar) demek olduğu anlaşılmıştır. Üçüncüsü, Çin devletinde “Gök’ün
    oğlu” kavramı da aslen Çin değil, Türk menşelidir. Bütün bunlardan
    dolayı, Mo-tun zamanında kesin şeklini aldığı görülen Büyük Hun devleti,
    etnik yönden ve hakimiyet anlayışı, sosyal yapısı, idarî ve askerî
    kuruluşları (sosyo-politik üniteler, devlet meclisi = toy, sağ sol
    teşkilatı, bilge elig’ler vb.) dini ve dünya görüşü ile, Türk milletinin
    tarih ve kültüründe feyizli etkilerini, iki bin yıl sürdüren bir ana
    kaynak durumundadır. Bu itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem
    taşır.

    Mo-tun’un oğlu tanhu Kiok (Chiyü /Kök?/ veya Laoshang, M.Ö.
    174-160), Hun İmparatorluğunun bu büyüklüğünü muhafaza etmeğe çalıştı.
    Yurtlarından oynattığı Yüeçilerin, Afganistan’a giderek Baktria (Belh)
    bölgesinde, vaktiyle İskender tarafından kurulmuş olan Grek
    hakimiyetine son verdikleri tarihte (M.Ö. 166), kalabalık ordusu ile
    Çin’e girerek, başkent Ch’angan yakınındaki imparator sarayını yakan
    Kiok, bu seferdeki gayesine uygun olarak, Çin ile iktisadî ilişkilerini
    dostane bir şekilde sürdürmek için, bir Çin prensesi ile evlendi.
    Şüphesiz, Çin sarayı ile devam ettirilen akrabalık, siyasî mahiyette
    bir davranıştan ibaretti.
    Fakat bu suretle ileride, Çin ile temas halindeki hemen bütün Türk
    devletleri bakımından kötü neticeler verecek olan bir çığır,
    derinleştirilmiş oldu.

    Çünkü hanedanlar arasındaki bu yakınlaşmalar, her zaman, Çin hile
    makinesinin harekete geçmesi için, fırsat teşkil etmekte idi. Hun
    merkezinde, Çinli prensesin himayesinden faydalanan Çin diplomat ve
    vazifelileri, Hun imparatorluğu topraklarında serbestçe gezip
    dolaşıyorlar, Türkler ve tâbi kavimler arasında kötü propaganda
    yapıyorlar, devleti sinsice kuvvetten düşürmeğe çalışıyorlardı. Bundan
    başka, ticaret malı olarak memlekete sokulup, Hun ileri gelenleri
    arasında revaç bulan Çin ipeği, lüks zevki yolu ile rehaveti arttırmakta
    idi. Kiok devrinde fazla hissedilmeyen bu menfî durumlar, onun oğlu
    Künçin (Chünch’en) zamanında (M.Ö. 160-126), gerçek bir huzursuzluk
    kaynağı olarak kendini gösterdi. Keza, Han sülalesine damat olan bu
    tanhu, babası ve dedesi ölçüsünde dirayetli ve asker ruhlu bir hükümdar
    olmadığı için, Hun iktidarında sarsıntılar belirdi. Çinlilerin, bu
    devirde (imparator Chingti, 157-141), sınır boylarında ufak çaptaki
    akınları durdurduğu görülüyordu.

    İlk defa, imparator Wuti (M.Ö. 141-87), kalabalık ordular teşkil
    ederek Hun hakimiyetinin yıkılmasını hedef tutan planlarını tatbike
    girişti. Propagandayı arttırdı. Gayelerinden biri de, Çin için büyük
    gelir kaynağı olan ipeğe, batı bölgelerinde yeni pazarlar bulmak ve İç
    Asya-İran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan, meşhur “İpekyolu”nu
    emniyet altına almaktı.

    Dolayısıyla, Orta ve Batı Asya’da, yabancıların kudretini kırması
    lâzımdı. Bilindiği gibi, aşağı yukarı M.S. 1. bin sonlarına kadar,
    Türk-Çin mücadelelerinin temel sebeplerinden biri, bu kervan yoluna
    hakimiyet meselesi olmuştur. Wuti’nin, İpekyolu üzerindeki memleket ve
    kavimleri öğrenmek ve Hunlara karşı onlarla işbirliği sağlamak maksadı
    ile batıya gönderdiği yüksek rütbeli bir asker olan Çangk’ien’in
    (Changch’ien), gizli vazifesini yaparken Hunlar tarafından bir süre
    gözaltında tutulmasına rağmen, buralarda geçirdiği uzun müddet içinde
    (M.Ö. 138-126) edindiği bilgiyi, temaslarını ve hükümete tavsiyelerini
    ihtiva eden mühim rapor, imparatoru memnun etmiş ve sonraki Çin siyaseti
    için başlıca rehber vazifesini görmüştür.

    Bu arada Çinliler, çok ehemmiyetli bir başarı daha elde etmişlerdi
    ki, o da, ordularını Türk usulüne göre yetiştirmeleri ve Hun silahları
    ile teçhiz etmeleri idi. Daha Mo-tun’dan çok önceleri, 318 andlaşması
    ile ilgili olup, Hunlara karşı askerî gücünü takviyeye çalışan Chao
    (Şansi’de) krallığında Wuling (M.Ö. 325-298) zamanında başlayıp, daha
    sonra, Kuzey Çin’de feodal hükümetlerin yerini alan büyük Ch’in
    devletinin imparatoru Shihhuangti zamanında hızla devam eden bu askerî
    ıslahat hareketleri, Han imparatoru Wuti’nin kumandanlarından Weits’ing
    ile Hun tarzında 140 bin kişilik bir süvari kuvveti çıkaran Ho K’üping
    tarafından, büyük başarıya ulaştırılmıştı. M.Ö. 127-117 yılları
    arasında, Ordos’daki Hunlara karşı kazandıkları zaferler, Hun ağırlık
    merkezinin, Gobi’den kuzeye, Orhun nehri bölgesine kaymasına sebep
    olmuştu.

    Hunlar, artık eskisi gibi değildiler. Akınları duraklamış, bilhassa
    Tanhu Tsütihoü (Chut’eho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96) 40 yıl
    devamınca, zengin güneybatı topraklarının (Tanrı dağları, Cungarya,
    Turfan, Yarkent, Kuça vb.) düşman istilasına uğraması ile devlet geliri
    azalmış, o zamana kadar Çin’den vergi ve hediye olarak sağlanan malî
    destek kesilmişti. İç huzursuzluk, idarecilerle başbuğların arasını
    açmağa yönelen kesif Çin propagandası ile gittikçe derinleşiyordu. Hun
    prenslerinin birbirleri ile olan anlaşmazlıkları, mücadeleyi
    şiddetlendirdi. İktisadî darlık ve askerî güçsüzlük karşısında, maddî
    yardım temin edilir düşüncesi ile, çıkar yol olarak Tanhu Hohanyeh’in
    (M.Ö. 58-31) Çin himayesini isteme meyli, durumu büsbütün karıştırdı.

    Sol Bilge eliği (Sol kanat kralı) olan Çiçi (Chihchih, Tsitki), bu
    kardeşinin tanhuluğunu tanımadı. Mesele, Hun devlet meclisinde
    (Türkçesi: toy) ağır münakaşalara yol açtı. Hohanyeh’in teklifi;
    istiklâlin feda edilmesini “gülünç ve utanç verici” bir davranış sayan
    ve kendilerinden ülkenin devralındığı atalara karşı hürmetsizlik kabul
    eden Çiçi taraftarlarınca reddedildi. Tanhu’nun fikrinde direnmesi,
    Hunları ikiye ayırdı (M.Ö. 55). Devlet birliğinin parçalanması ile, Çin
    üzerindeki Hun tehdidi ortadan kalktığı için, Doğu Asya tarihinde bir
    dönüm noktası olan bu yıllarda, Hun prensleri arasında iyice alevlenen
    açık mücadele sonunda, rakiplerini mağlup, bu arada tanhuluk merkezini
    de işgal ederek Hun imparatoru durumuna yükselen Çiçi karşısında,
    Hohanyeh, kendine bağlı kütlelerle birlikte, desteğini sağladığı Çin’in
    kuzeybatı sınır bölgesine (Ordos, Pingçu) çekildi (M.Ö. 54).

    Devletini güçlendirmek ve iktisadî imkanlara kavuşturmak bakımından,
    hakimiyetini batıya doğru yaymağı uygun gören Çiçi Tanhu, M.Ö. 51′de
    harekete geçti. Önce, Tanrı Dağları kuzeyi Isık Göl havalisindeki
    Wusun’ların mukavemetini kırdı; Tarbagatay bölgesindeki Ogurları, daha
    kuzeydeki Kırgızları ve İrtiş etrafındaki Tingling’leri tabiiyetine
    aldı. İki yıl içinde kazandığı bu başarılardan sonra, Wusun akınlarının
    tedirginliğinden kurtulmak isteyen Kangkü (Çu, Güney Kazakistan
    bozkırı, Maveraünnehir) kralının arzusu üzerine, bu devleti himaye
    etmek vesilesi ile Aral Gölüne kadar bütün batı bölgesini idaresi
    altına alarak, geniş Orta Asya Hun İmparatorluğunu ihya etti.

    Çiçi, hükümetinin kuzey Moğolistan’daki ağırlık merkezini de,
    Çu-Talas nehirleri arasına kaydırarak, orada etrafı surlarla çevrili
    yeni bir başkent inşa ettirdi (M.Ö. 41) ki, böylece, mevkii dolayısıyla
    İran, Afganistan, Hindistan, Doğu ve Orta Avrupa kıtaları bakımından,
    Asya tarihinin bundan sonraki gelişiminde sürekli tesiri görülecek olan
    Türkistan sahasına, Türk halkının iyice nüfuzunu sağlamış oluyor (Batı
    Hunları) ve Fergana, Baktria (Belh) havalisini kendine bağladıktan
    sonra, Çin kaynaklarına göre, Ansi bölgesini, yani güneybatı sınırları,
    ta Anadolu’ya kadar uzanan Parth İmparatorluğunun kuzeydoğu kısmını
    zaptetmek için planlar hazırlıyordu.

    Fakat Çiçi’nin hakimiyeti uzun sürmedi. Topraklan çok genişti ve Hun
    devleti bu bölgelerde henüz iyice yerleşmiş, idarî nizamı kurmuş, tâbi
    kütleler ve komşuları ile normal münasebetlerini geliştirmiş değildi.
    Çiçi’nin harekâtını, adım adım takip eden Çin, Wu’sun’ları, Kangkü
    devletini kendine çekmeği bildi ve derhal saldırıya geçti. Etraftan
    aldıkları yardım ve 70 bin kişi civarındaki orduları ile, baskın
    şeklinde, Hun topraklarına girerek süratle ilerleyen Çinliler tarafından
    kuşatılan, Talas ırmağı üzerindeki surlu Hun başkenti, tamamıyla
    tahrip edildi (M.Ö. 36). Başkentte, hayrete değer bir müdafaa yapılmış,
    sokaklarda kanlı savaşlar verilmiş, hatta tanhuluk sarayı içinde oda
    oda çarpışılmış ve Çiçi, oğlu ve hatunlar dahil, saray mensuplarından
    1518 kişi, ellerinde kılıç, devletleri uğruna hayatlarını feda
    etmişlerdi.

    Çiçi’nin batıya uzaklaşmasından sonra kendini toplayan ve Çin
    hükümeti ile anlaşma yaparak (M.Ö. 43), devlet meclisinin kararı ile
    başkentini Orhun bölgesine nakleden, fakat M.Ö. 36′dan itibaren tekrar
    Çin tâbiliğine giren Hohanyeh’e (ölm. M.Ö. 31) bağlı kütleler, onun
    evlatları tarafından bir müddet idare edildikten sonra, tekrar
    toparlanmağa başlamışlar ve kudretli bir devlet adamı olduğu anlaşılan
    Yu (Hotodzsisi) Tanhu zamanında (M.S. 18-46), Çin’e karşı istiklallerini
    elde ederek, doğuda Mançurya’ya, batıda Kaşgar’a kadar olan geniş
    bölgeyi tekrar idarelerine almağa muvaffak olmuşlardı.

    Fakat Yu’nun ölümünden itibaren iç anlaşmazlıklara düşmeleri ve uzun
    süren kıtlık yıllarının sebebiyet verdiği çok sayıda hayvan kırımı ile
    ülkede baş gösteren açlık, Hunları müşkül duruma soktu. Yu’nun oğlu
    Tanhu P’unu’ya karşı mücadele açarak, kuzeydeki Hun kabileleri arasına
    çekilen Pi’nin (P’unu’nun yeğeni) orada kendini tanhu ilan etmesi
    hadisesi (M.S. 48), Hunları tekrar ve artık bir daha birleşememek üzere
    ikiye ayırdı: Kuzey Hunları (Kuzey veya Dış Moğolistan’da) ve Güney
    Hunları (Güney veya İç Moğolistan’da).

    Böylece, M. 48′de, ayrı siyasî vasıfları kesinlik kazanan iki Hun
    devleti arasındaki büyük fark, güneydekinin Çin tabiiyetini devam
    ettirmesi, Kuzey devletinin ise istiklalini daima koruması idi. Bundan
    başka, Güney Sibirya, Cungarya ötesine kadar Batı ve İç Asya’da iktisadî
    ehemmiyeti bilinen bütün şehir devletleri de, Kuzey Hun Devletinin
    idaresinde idi. Dolayısıyla siyasî ve askerî Çin saldırılarının ana
    hedefini teşkil ediyordu. Daha Hun İmparatorluğunun bölünmesi ile
    sonuçlanan iç mücadeleleri ustaca istismar eden Çin, Hunlara bağlı
    doğudaki Moğol-Tunguz karışımı Wuhuan ve Sienpi (Hsienbi) kütlelerini
    kışkırtmış, bunların sürekli baskıları neticesinde Hun Devleti, Doğu
    Moğolistan’da kontrolü kaybederken, batı bölgesinde de tahrikçi Çin
    siyaseti ile karşılaşmıştı.

    Bu sebeple, en tesirlisi Yarkent Krallığı olmak üzere, Şanşan
    (Loulan, Lobnor’un güneyi), Turfan vb. bölgelerdeki ayaklanmalar ile
    uğraşmak zorunda kalındı (46-60 yılları). Hun Devletinin buralarda,
    bilhassa Çin’in sömürücü tutumu ile Yarkent kralı Kien’in çok
    merhametsiz davranışından perişan düşen halk tarafından, kurtarıcı gibi
    karşılanması ve duruma hakim olduktan sonra, yeniden baskı altına
    aldığı Çin’i, sınır kasabalarında serbest ticarete mecbur etmesi
    (61-65), Çin’i tam kararlılık içinde ve doğrudan doğruya askeri
    harekâtla Hun Devletini çökertmek hazırlığına sevk etti. İmparator
    Mingti (58-75), Ç’engti (75-89) ve Hoti (89-105) devirlerinin ünlü
    generali Pan Ç’ao’nun yüksek kumandasında kalabalık Çin ordularının, 30
    yıl süren harekâtı sonunda Kangk’ü’ye kadar (Kaçgar, Hami, Yarkent,
    Hoten dahil) sayısı 50′yi bulan zengin ve kervan yolu üzerinde olduğu
    için, iktisadî yönden önemli şehir, Çin idaresine geçti.

    Bilhassa 73-74, 89-90-91 yılları harekâtında ağır kayıplara uğrayan
    Hunlar, İç-Asya’da hakimiyetlerini kaybederken, doğuda da Sienpi’lerin
    hücumlarına (en şiddetlisi 89-91 arasında) maruz bulunuyorlardı. İki
    cephede, sürekli savaşlar vermek zorunda kalan Kuzey Hun Devleti, son
    tanhuların başarılı müdafaalarına rağmen, kuvvetten düştü, durum aleyhte
    gelişti.

    Hakimiyetlerini, Güney Sibirya’ya ve Cungarya’ya kadar genişletmeğe
    muvaffak olan Sienpi’lerin hükümdarı Tanshihhuai (aş. yk. 147-156)
    tarafından, nihayet saf dışı edilen Kuzey Hunlarının (ihtimal Tanhu
    Avitokhol zamanında) toprakları, düşman kabilelerin istilasına uğradı.
    Siyasî iktidarlarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde, esasen
    memleketi terk etmeğe başlayan Hunlardan (büyük çapta göçler 91′de ve
    155′e doğru), Kuça civarında kalan Yüepan-Yüebanlar dışındaki kalabalık
    kütleler, batıya çekilmişlerdi ki, bunların şimdiki Güney Kazakistan
    bozkırındaki soydaşlarına (Çiçi Hunları) katıldıkları anlaşılmaktadır.

    M. 48′den beri, Çin sınır bölgesinde yaşayan ve kuzeyden gelecek
    saldırılar için Çin’in ileri karakolu bir tampon devlet durumunda olan
    Güney Hunları da pek huzurlu değildi. Kukla tanhulara karşı, Hun
    kabileleri, sık sık başkaldırıyorlardı. 94, 124 ve 140 yıllarında
    görülen ayaklanmalar güçlükle bastırılmış, bunları 153, 158 isyanları
    takip etmişti. Bu senelerde Kuzey Moğolistan’ı işgal eden Sienpi’ler,
    güneye doğru baskılarını artırarak, Hun devleti için tehlikeli olmağa
    başladılar (177′den itibaren). 188′de Çin hükümetince tayin edilen
    tanhunun tamamen Çin’e teslim olma kararı üzerine Hunlar tarafından
    öldürülmesi, devleti başsız bıraktı. Kabileler, diğer tayinli iki
    tanhuyu da tanımadılar ve dağınık kabile hayatına döndüler. Son
    tanhunun, Çin başkentinde hapsedilmesi ve ülkenin 5 eyalete bölünerek
    Çinli askerî valilerin gözetimine verilmesi ile, Güney Hun Devleti de
    sona erdi (M. 216).

    Bununla beraber, Sienpi baskısı yüzünden bilhassa 3. yy.’ın 2.
    yarısında güneye gelmek suretiyle Çin’de sayıları gittikçe artan Hunlar,
    Çin idaresi altında ve Çinli halk arasında, varlıklarını korumayı
    bildiler. Çin’de, Han sülalesi iktidarının zayıflamağa yüz tuttuğu
    tarihlerde (180′den itibaren) birbirleri ile mücadeleye girişen
    generallerin tutumu, büyük değişiklik meydana getirmiş, siyasî birliğin
    parçalanmasına yol açmıştı (“16 Devlet” devri). Sui hanedanının,
    birliği ihya ettiği 589 yılına kadar süren bu devrede Türk kütleleri,
    başta Tabgaç (Wei) sülalesi olmak üzere, müstakil devletler kurmuşlar
    ve Han iktidarının son bulması ile, M.S. 220′lerde, tekrar sahnede
    görünen Güney Hun kabile başbuğlarının idaresinde nüfuzlarını
    artırarak, zamanla hemen bütün Kuzey Çin’i Türk hakimiyetine almayı
    başarmışlardı. Bunu sağlayan kuvvet, yukarıda zikredilen asî
    generallerden biri olan Ts’ao Ts’ao’nun, savaşlarında yardımları olduğu
    için, Şansi bölgesine yerleştirdiği 19 Hun kabilesi idi.

    Kalabalık olan ve her fırsatta Çin idaresine başkaldıran (meselâ
    271, 294, 296 yıllarında) bu Türk kütlesi, millî benliğini koruyor ve
    eski tanhu ailesi mensuplarına karşı saygı beslemeye devam ediyordu.
    19 kabileden biri T-opa (Tabgaç), biri de büyük Tanhu Mo-tun ailesinin
    indiği Tuku veya T’uko idi. Hun Tuku (T’uko) başbuğu, eski tanhular
    neslinden ve Hun elig’lerinden olan Liu Yüan (Liu, bu devirde Tuku
    ailesine Çinlilerin verdiği addır) çetin bir hürriyet mücadelesi
    verdikten sonra, dikkat çekici bir siyasî kavrayışla, 500 sene önceki
    atalarının, eski Han sülalesi ile olan dostluklarını ve
    “kardeş”liklerini de ileri sürerek ve hatta kendi sülalesine “Han” adını
    vererek, bu Çin bölgesinde (merkez: P’ing ç’eng) Türk devletini
    kurmağa muvaffak oldu (304-329. 1. Chao). Çin başkenti Loyang’ı zapt
    etti (311).

    Kendisinden sonra, Çin’in öteki başkentini de ele geçiren kardeşi
    Liu Ts’ung’un geliştirdiği bu siyasî hakimiyet şuuru; idare, başbuğ
    aileleri arasında el değiştirmesine rağmen, devam etti (başlıca Hun
    sülaleleri: 2. Chao: 329-351, Hsia: 407-431, Kuzey Liang: 401-439 ve
    bunun devamı: Lou-lan krallığı, 442-460; Turfan civarında). Aynı şuur,
    Tsükü (Chuch’ü) Mengsün tarafından kurulmuş olan son Hun devleti “Kuzey
    Liang”ın 439 yılında Tabgaç hükümdarı T’aivvu’nun baskısı ile başkent
    Gutsang işgal edilerek yıkılması üzerine, buradan kaçıp kurtulduğu
    anlaşılan Türk Açına [Asena, Bozkurt] ailesinin temsil ettiği büyük
    Göktürk Hakanlığı’na ulaştı.

    Çin sahasında Hun adı altındaki siyasî hayatları böylece tarihe
    karışmakla beraber, M.Ö. 1. asırda Çi-çi iktidarının yıkılması
    neticesinde, etrafa dağılmış olarak Sogdiana’nın (Seyhun-ötesi)
    doğusunda, Kafkaslar’ın kuzeyinde, hatta Dinyeper nehri civarında ve
    bilhassa Aral Gölünün doğu bozkırlarında varlıklarını devam ettiren Türk
    kütleleri, oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asır sonlarından 2.
    asrın yarısına kadar, doğudan gelen Hun kalıntıları ile çoğalmışlar ve
    uzunca bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlerini
    artırmışlardır. Bunların, büyük ihtimalle iklim değişikliği yüzünden
    veya son yıllarda gelişen yeni bir görüşe göre, 110-350 yıllarında
    doğudan gelen Uar-hun baskısı karşısında batıya yöneldikleri ve sonra
    Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kurdukları anlaşılmaktadır. Bu kütlelerin
    batıya Sibirya’ya doğru Çin sahasından uzaklaşmalarından dolayı,
    haklarında, 2 asır gibi uzun bir süre yazılı bilgi bulunamadığı
    gerekçesine dayanılarak, Hiungnularla aynı kavim sayılamayacakları
    yolundaki bazı iddialara rağmen, Atilla zamanında, bütün Avrupa’da Türk
    hakimiyetini gerçekleştirenlerin, bu Asya Hunları neslinden oldukları
    çeşitli vesikalarla belgelenmektedir.

    Askerî Teşkilat
    Sadece hafif zırhla korunmuş ve tamamı atlı okçulardan oluşan bir
    ordunun, nasıl bunca orduları yok ettiği ve hattâ iyi eğitimli, tam
    zırhlı ve yüksek tecrübeli Roma lejyonlarını yendiği, ilk bakışta hayret
    vericidir. Bu zaferlerin sırrını çözebilmek için, Hunlar’ın savaş
    taktiklerini, silahlarını ve nasıl organize olduklarını iyi bilmek
    gerekir.

    Atlar, Hun askerî kuvvetinin temel taşıydı. Daha sonraları Avarlar ve
    Macarlar gibi Türk kavimleri de atı, ataları Hunlar gibi iyi
    kullanmışlardır. Hun atları, Avrupa atlarından farklıdır. Bunlar daha
    küçük, tüylü ve daha dayanıklı, cesurdular. Bu atlar sayesinde Hunlar,
    düşmanlarından 5 kat daha uzun mesafeleri, onlarla eşit sürede
    alabiliyorlardı. Bütün askerler, yanlarında en az iki at taşırlardı ve
    bu yedek atlar sayısı, 5 e kadar çıkardı. Bunun, iki nedeni vardı.

    Eğer savaşta atı ölürse, diğer atlardan birini kullanabiliyordu ve
    üstelik çok sayıda at, düşmanların, Hun kuvvetlerinin miktarını tam
    olarak kestirmesini engelliyordu. Hun askerleri, ikmal yolları
    kurmazlardı. Her asker, yiyeceğini, silahını, çadırını, sefere çıkmadan
    önce ayarlamak zorundaydı ve bunları yedek atlara yüklerdi. Hun atları
    da, askerleri gibi, çok hafif zırhlı idiler.

    Hunlar, semeri kullanmasını biliyorlardı, fakat, üzengiyi
    kullanmamışlardır. Aslında kullanmalarına gerek olmadığı da bazı Çin ve
    Avrupa tarihçileri tarafından bahsedilmektedir. Çünkü, Hun askerleri,
    ata, sözleri ile hakim olabiliyorlar, böylece ok ve kılıç kullanırken,
    çok rahat hareket edebiliyorlardı. Emirlerle atların düşman atlarını
    ısırması ve yere düşen düşman askerinin ezilmesi sağlanıyordu. Üzengi,
    Avarlar sayesinde 5. yüzyılda Avrupa’da yayılmaya başlamıştır.

    Hun atlı okçuları, “Birleşik Yay” diye bilinen, çok güçlü ve etkili,
    ağaçtan yapılma, boynuz ve deriyle kaplanmış bir yay kullanıyorlardı.
    Elbetteki bu yaylar, yerin altında binlerce yıl kaldıklarından, bugün
    sadece kemikle kaplanmış kısımları mevcuttur. Bir Macar okçuluk uzmanı
    ve seyisi, Lajos Kassai, yıllar sonra Hun hikâyelerine, buluntulara ve
    arkeolojik kazılara dayanarak Macar, Hun ve Moğol yaylarını üretmeyi
    başarmıştır. Bu şekilde bir yayla, bir asker, 2 yaya sahip olmuş
    oluyordu. Bu yaylar, kuru tutulmak zorundaydılar. Askerler, yanlarında
    deriden yapılma bir sadak taşırlardı. Bu çeşit bir yayı üretmek, genelde
    yarım sene alıyordu. Öncelikle kayın ya da akça ağaç diye bilinen
    uygun ve şekil alabilir bir ağaç olması gerekiyordu.

    Yay’ın gövdesine, boynuz ve sert odun parçaları yapıştırılıyordu.
    Deriyle kaplanarak, nem karşısında önlemler alınmış oluyordu. Bu yay
    sayesinde, Avrupalı askerlerin kullandıkları yaylardan daha etkili ve
    hızlı bir şekilde atış yapabiliyorlar, daha az yoruluyorlardı. Şimdi
    düşünün, 10 000 atlı asker, düşman karşısında ve atlarını sadece sözleri
    ve diz hareketleri ile yönetiyorlar, ellerinde en az 3-4 ok var, yani
    bu bir dakikadan az bir sürede, aynı anda 40 000 ok demek.

    Hun ordusu yakın savaşa pek girmese de, mecbur kaldığında genellikle
    mızrak ya da pala, hançer kullanırlardı. Askerler, küçük yaştan
    itibaren eğitilmeye başlanır, onlara at sürmesi, yay ve kılıç
    kullanması öğretilirdi. Okçuluk talimleri, genellikle fare, kuş,
    gelincik, daha sonra tavşan ve tilki gibi küçük hayvanlara karşı
    yaptırılırdı. Böylece, büyüdüğünde mükemmel derecede at süren ve yay
    kullanan, kusursuz bir atlı okçu savaşçı yetişirdi.

    Hunlar gibi atlı göçebe milletler, genellikle savaşlarda
    mahvediciydiler. Kullandıkları taktikler, Avrupa orduları ve Çin
    piyadeleri için bilinmeyen ve sezilemeyen tuzaklarla doluydular. Hun
    askerleri, hep sayıca üstün kuvvetlerle savaştıkları için, öncelikle
    onların sayılarını etkisiz hale getirene kadar ok yağmuruna tutar, iyice
    yıpranan düşmana mızrak ve kılıç hücumuna çıkarlardı. Oklara karşı
    kalkan kullanmayı deneyen ordulara karşı ise, grup halindeki okçularla
    ateş ederlerdi. Önce havadan ok yağmuru başlar, diğer grup da hemen,
    kalkanlarını havaya kaldırmış askerleri oklardı.

    Genellikle, pusu kurarak hücum etme taktiği kullanılırdı. Avrupalı
    ve Çinli tarihçiler, Hunlar’ın en tehlikeli ve hileli taktiğini, yani
    bizim bildiğimiz Turan Taktiğini şöyle tanımlamışlardır: Ordu bütün
    kuvvetleri ile düşman hatlarına hücum eder, kısa bir süre çarpıştıktan
    sonra, bir işaretle geri çekilir, gözünü hırs bürümüş düşman, zaferi
    kazandığına inanıp Hun ordusunu takibe koyulur, ancak ani bir işaretle
    Hun atlıları, eğerlerinin üzerinde ters döner ve 3-5 ok atarak ön hücum
    hattının saldırısını kırarlar ve bu sırada yanlara açılmış Hun
    okçuları, düşmanı iyice çevirmiştir. Avrupa tarihçileri bile, bu
    taktikleri ve iyi organize olmuş savaş düzenini, barbar ve kana susamış
    ilkel kavimlerin yapamayacağını kabul etmiştir.

    İktisat
    Aslında İktisat ve Hun, birlikte düşünüldüğünde, çoğu kişi şaşırabilir.
    Çünkü Hunlar, bugüne kadar göçebe koyun çobanları olarak bilinirlerdi.
    Fakat yeni araştırmalar, bu bakış açısını değiştirmiştir. ****** Gölü
    etrafındaki son kazılardan sonra Bilim adamları, Hiung-nular’ın sadece
    koyun çobanlığına dayanan ekonomisi görüşünü terk etmişlerdir. Hunlar’ın
    şehirler kurduklarını, bunların etrafını sıkı duvarlarla
    koruduklarını, taştan ve odundan sürekli kullanmak için evler
    yaptıklarını, sadece çadır kullanmadıklarını tespit etmişlerdir. Bu
    bölgelerin ticaret ve tarım merkezleri olduğu, esnaf ve birçok
    zanaatkârın bulunduğu, ayrıca Hunlar’ın pulluğu kullandıkları, arpa ve
    buğdayı bildikleri ortaya çıkmıştır.

    Hunlar’a ait oldukları kanıtlanmış birçok mezarda ise, bazı tarım
    aletleri, bugünlerde Rusya’da bulunmuştur. Hunlar, buğdayı büyük
    çukurlarda saklamışlar, iki taşın arasında öğütmüşlerdir. Ayrıca çanak
    ve çömlek kullandıkları, demiri ve bronzu işledikleri anlaşılmıştır.
    Ticaret kervanları, Çin’e ve İran’a kadar ulaşmıştır. Ormanlar da
    Hunlar’ın ekonomisinde çok etkili olmuştur.

      Forum Saati Paz Mayıs 19, 2024 6:49 pm