Hoş Geldiniz
CLick FoRuM

Join the forum, it's quick and easy

Hoş Geldiniz
CLick FoRuM

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Osmalıda maliye nasıldı?

    heavenskhan
    heavenskhan


    Mesaj Sayısı : 120
    İtibar : 0
    Kayıt tarihi : 31/05/10
    Yaş : 32
    Nerden : Adapazarı

    Osmalıda maliye nasıldı? Empty Osmalıda maliye nasıldı?

    Mesaj tarafından heavenskhan Ptsi Mayıs 31, 2010 1:46 pm

    [Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
    Osmanlı Devleti, beylik döneminden
    itibaren sistemli bir malî teşkilâta sahip olmuştu. Kaynakların verdiği
    bilgiye göre Osmanlılardaki ilk maliye teşkilâtının Murat Hüdavendigâr
    (I. Murat) zamanında Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Kara Rüştem
    tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Bu bilgiler ışığında meseleye
    bakıldığı zaman Osmanlı maliyesinin daha ilk kuruluş dönemlerinde
    ortaya çıktığı ve devletin buna büyük bir itina gösterdiği
    anlaşılmaktadır.

    Gerçekten Fâtih zamanında tedvin edilmiş olan kanunnâmede “Bu
    kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur” ifadesi ile
    tarihî bilgilere göre ilk Osmanlı hükümdarlarının, bir araya getirilip
    tedvin edilmemiş kanunnâme hükümleri ile âmil oldukları
    anlaşılmaktadır.

    Fâtih kanunnâmesinde yer alan “Ve yılda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma
    defterdarlarım irad ve masrafım okuyalar hil’at-i fahire giysinler.”
    ve “Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarım emri ile
    dahil-hariç olsun” ifadeleri, Osmanlıların maliye teşkilâtına ne denli
    önem verdiklerini, bu anlayışa daha ilk zamanlardan beri nasıl sahip
    çıktıkları görülmektedir. Aslında bu gerekli idi. Çünkü gelir ve gider
    hesapları olmayan, neyin nereden ve ne zaman geleceği bilinmeyen ve bu
    konuda matematikî bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düşünülemez.

    Görüldüğü gibi Osmanlı maliye teşkilâtının basında “Defterdâr” adi
    verilen bir görevli bulunmaktadır. Bu görevli, günümüzdeki Maliye
    Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu.
    Önceleri teşkilatın basında bir defterdarla, onun maiyeti vardı.

    Bütün malî islerden bu Bas defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı
    ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar şayisi ikiye çıkarıldı.
    Kanunnâmede de belirtildiği gibi defterdar padişah malinin vekili idi.
    kuruluş döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna
    karşılık masraflar pek o kadar fazla değildi. Zira bu dönemde Osmanlı
    askerinin büyük bir kısmı tımarlı sipahi idi.

    Ayrıca devlet erkânından çoğunun has ve tımarlarının geliri
    kendilerine yetiyordu. Devletin masrafı ise sadece Kapıkulu askerlerine
    verilen para (maaş) idi. Gelirlerin fazlası ise cami, medrese, köPage
    Rankingü, han, hamam vs. gibi imar islerinde kullanılıyordu.
    Osmanlı maliyesi, “Miri hazine” (veya dış hazine) ile Enderûn (veya iç
    hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdı. Dış hazinenin görev ve
    yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masrafları yerli
    yerinde kullanmak seklinde belirlenmişti. İç hazine ise padişaha
    aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı.
    Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak
    suretiyle ödünç para alınırdı. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar
    mührü ile açılıp kapanırdı. Bu hazine, defterdarın sorumluluğu ve
    vezirin denetimi altında idi.

    Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanlı sikkesinin Orhan Bey’e
    ait olduğu biliniyordu. Fakat Osman Bey’e ait sikkenin bulunmasıyla
    eski bilgi, geçerliliğini kaybetti. Buna göre ilk Osmanlı parasının
    Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul
    Osmanlı parasına “akça” deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti
    olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları Fâtih Sultan
    Mehmet dönemine kadar gümüş ve bakir para bastırdılar. kuruluş
    döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranın ayarına ve saf gümüş
    olmasına özen gösteriliyordu.
    [değiştir]
    Vergiler

    Osmanlı maliyesinin farklı gelir kaynakları vardı. Bunların basında
    da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakia olan
    vergi,amme hizmetlerinin muntazam bir şekilde devamlılığını temin için
    bas vurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve
    sosyal hayatlarında önemli bir yeri bulunmaktadır.
    Siyasî bir çevre içinde ortaya çıkan İslâm, kendisinden önceki din ve
    toplumlarda mevcut olup tatbik edilen vergilerle karsılaştı.
    Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu olduğu zamanlarda,
    fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduğuna göre İslâm, kendisinden
    müstağni kalamazdı. Bununla beraber İslâm vergi sistemi, birdenbire ve
    topyekûn vaz’ edilip uygulama sahasına konmamıştır. O, İslâm’ın
    yayılışına ve ihtiyaçların ortaya çıkısına göre yirmi senelik tesriî bir
    tekâmül sonunda müesseseleşmiştir.

    Osmanlı devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alıp tatbik ve
    inkişaf ettirdiği vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî
    tarihi bakımından önemli bir yer tutar. Bunun için, iktisadî tarihin
    önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi değerlendirmek
    gerekir.
    Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanlı Devleti,
    inkişâf ettirip kemâl mertebesine ulaştırdığı müesseseleri ile,
    tebeasindan tahsil ettiği verginin temeli, İslâm hukukunun kaynaklarına
    dayanıyordu.
    Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok
    vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanlı Devleti’nin bu
    uygulaması, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildiği
    kadar karmaşık ve anlaşılmaz değildir.

    Gerçekten mıntıka ve zamanlara göre farklı isimlerle toplanan bunca
    vergi kalemi, sağlam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarını
    çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek şekilde
    basitleştirilebilir.
    Bilindiği gibi Osmanlı devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri
    olan mâliyenin, temel dayanağını teşkil eden vergi, genel mânâda iki ana
    bölüme ayrılır.

    Bunlardan biri tamamıyla şeriata dayanan ve esas itibari ile Kitab
    (Kur’an) ile Sünnet’ten kaynaklanan “Ser’î Vergiler”dir ki buna
    “Tekâlif-i Ser’iyye” denmektedir. İkincisi de bas gösteren malî
    sıkıntılar yüzünden devlet tarafından bir zorunluluk sonucunda konan
    “Örfî Vergiler”dir ki buna da “Tekâlif-i Örfiye” denir.

    Müslüman bir cemiyete istinat eden bünyesi ile ser’î hukuku hem
    nazarî hem de amelî bir şekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanlı
    Devleti, diğer Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarını gözden
    ırak tutmuyordu. Bu bakımdan, Osmanlı tarih ve teşkilâtlarını baslı
    basına ve kendinden öncekilerden tamamen ayrı düşünemeyiz.

    Çünkü Osmanlılar, kendilerinden önce Anadolu’ya gelip yerleşmiş
    bulunan Müslüman Türklerin yasayış tarzlarını, ahlâk, iktisat, âdet, örf
    ve diğer özelliklerini almaktan çekinmiyorlardı. Bunun içindir ki, bir
    şehir veya kasaba Karamanlılardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya
    başka bir beylikten Osmanlılara geçmekle fazla bir değişikliğe
    uğramıyordu. Çünkü Osmanlı Devleti teşkilât ve müesseseleri ile Anadolu
    beylikleri teşkilât ve müesseseleri arasında pek büyük farklar
    bulunmuyordu.

    Osmanlı vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alınan
    verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemiş
    olmasıdır. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldığı
    vergilerde değil, onun adına timar sahibinin aldığı vergilerde de
    geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarları
    kanunlarla tayin edilmiş olan bir kısım vergiden fazlasını tahsile
    selahiyetli değildi. Yetkisini asıp onu kötüye kullanandan dirliği, bir
    daha geri verilmemek üzere alınırdı.

    Ana hatları ile Osmanlı vergi sisteminden bahs ettikten sonra artık
    vergi çeşitlerini görebiliriz. Daha önce de temas edildiği gibi Osmanlı
    vergisi iki ana bölümde inceleniyordu. Bunlardan biri Ser’î Vergiler,
    diğeri de Örfî vergilerdir.
    SER’Î VERGILER (TEKÂLIFI SER’IYYE)
    Osmanlı Devleti’nde “Tekâlif-i Ser’iyye”nin temelini teşkil eden
    vergilerin tarh, cibâyet vs. gibi hükümleri, fıkıh kitaplarında
    tafsilâtlı bir şekilde anlatıldıkları gibiydi. Bununla beraber farklı
    din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sınırları içinde barındırdığı
    için, tekâlif-i ser’iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çeşitleri de
    farklı olagelmişlerdir. Bu bakımdan Zekât, Öşür, Cizye ve Haraç gibi
    temel vergilerden başka bunların kısımları olarak seksen kadar vergi
    kalemi bulunmaktaydı.

    ZEKAT
    Bilindiği gibi zekât, İslâm’ın üzerine bina kılındığı beş esas rükünden
    birini teşkil etmektedir. İslâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya
    basit bir sadaka değildir. O, devlet ve toplumun fert üzerindeki
    hakkidir. Binaenaleyh devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi
    serbest bırakmaz. Onu, âmilleri vâsıtasıyla toplamak ve yerine sarf
    etmek zorundadır. Nisaba mâlik bulunan ve belli şartları taşıyan her
    Müslümanın vermekle mükellef olduğu zekât, Osmanlı Devleti’nde diğer
    Müslüman devletlerde olduğu gibi uygulanıyordu. Bu sebeple biz, konunun
    detaylarına girmek istemiyoruz.

    HARAC
    Osmanlılarda daha ziyade gayr-i Müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden
    biri, Haraç adini taşımaktadır. İslâm vergi hukukunda olduğu gibi
    Osmanlılarda da Haraç iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar Haraç-i Muvazzaf
    ve Haraç-i Mukasem adını taşımaktadırlar. Haraç’ın bu iki kısmı da ser’î
    vergilerden olduğu için gerek ilk tarhı, gerekse ilk tahsili ile
    ilgili bir başlangıç tesbit etmek mümkün değildir. Bununla beraber 11
    Cemaziyelahir 860 (17 Mayıs 1456) tarihli bir fermanda belirtildiğine
    göre Fâtih Sultan Mehmet, babası II. Murat’ın Kostandin’de derbent
    bekleyen yirmi kadar kefereyi haraçtan muaf saydığı, kendisinin de buna
    aynen uyduğu görülmektedir. Bu belge, haraç uygulamasının kuruluş
    döneminde mevcut olduğunu göstermektedir.

    Haraç-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir şekilde konmuş bulunan
    akça olup zaman ve mıntıkalara göre farklı isimler alıyordu. Bunların
    bir kısmı adeta toprağın ücreti olarak alınmaktaydı. Bu gruba
    girenlerden bir kısmım söyle isimlendirmek mümkün olacaktır: Resm-i
    Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyâb, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit
    sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred,
    Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu. Biraz asagida görülecegi gibi
    Harac-i Mukasem, Osmanlılar döneminde “ösür” kelimesi ile ifade
    ediliyordu. Bu bakımdan biz de ösür bahsinde ona temas edecegiz.

    ÖSÜR
    Bilindiği gibi İslâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli
    nispetler şartlar dahilinde Müslüman tebeadan alınan vergiye Öşür denir.
    Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında diğer Müslüman devletlerde
    olduğu gibi, mülk olan “arazi-i öşriyye”den sadece öşür alınmaktaydı. Bu
    dönemde Osmanlılarda arazi biri “Öşriyye” diğeri de “Haraciyye” olmak
    üzere ikiye ayrılıyordu. Fakat XIV. asrin son çeyreğinden itibaren bazı
    sebeplerden dolayı birtakım değişiklikler yapılarak, arazinin bir
    kısmı “Emiriyye” olarak kabul edildi. Bu durum, daha sonraları Hicaz
    mıntıkası hariç kalmak üzere “Osmanlılarda arazi sultaniyyedir”
    seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmiş oldu.
    Binaenaleyh, Osmanlı Devleti’nde öşür denince biri kuruluş dönemindeki
    mülk arazi mahsulatından alınan vergi ve sonraları sadece Hicaz
    bölgesinde alınan öşür ile, diğeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak
    üzere alınan ve “amme-i nâs tarafından galat-i fâhis” olarak kendisine
    öşür denen “haraç-i mukasem” anlaşılmaktadır. Zira Osmanlılarda haracın
    mukasem kısmına öşür adi verilmekteydi.
    Osmanlı Devleti’nde, öşür kelimesi yerine başka tabirler de
    kullanılıyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çıkmıştı. Dimus, Ikta ve
    Sâlariye bu neviden kelimelerdi. Dimus, Suriye’ye ait defterlerde,
    Ikta, Irak mıntıkasına ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli
    defterlerinde zikr edilmekteydi. Osmanlı Devleti’nde öşür, su aşağıdaki
    maddalerden de alınmaktaydı: Bağ, sıra, bahçe, bostan, fevakih, kovan,
    harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balık).

    CIZYE
    İslâm hukukuna göre cizye, devletin, Müslüman olmayan vatandaşını
    (tebeasini) yakından ilgilendiren bir vergidir. Bir mânâda buna,
    devletin Müslüman tebeadan aldığı zekât karşılığıdır denebilir. Zira
    Müslüman olmayan tebeayi cizyeye bağlamakla, devlette bir denge
    sağlanmış bulunuyordu. İslâm nazarında Müslümanlarla zimmîler (devletin
    Müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaşlarıdır. Ayni
    haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarından
    yararlanmaktadırlar. Bu sebeple, Müslümanların ödediği zekâta karşılık,
    ehl-i zimmette cizye vermekteydi. Gerçekten İslâm Devleti, bu vergiyi
    koyarken yukarıda belirtilen dengeyi sağlamaktan başka bir şey
    düşünmüyordu. Nitekim ilk İslâm fetihleri ve bu fetihlerin sonucunda
    İslâm devletinin idaresine giren Gayr-i Müslimlerin durumundan
    bahsedilirken “zimmîler bazen eski idarecilerinin topladıkları vergiden
    daha az bir vergi yükü ile mükellef tutuluyorlardı. Bu hal, İslâm’ın
    onları hakkiyle himaye ettiğini göstermesi bakımından İslâm devleti için
    bir şerefti” denilmektedir.

    Osmanlı vergi hukukunun “Tekâlif-i Ser’iyye” bölümüne dahil olan
    cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarından birini teşkil ediyordu.
    Müslüman bir devlet olması hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasının
    ilk kuruluş yıllarından itibaren başladığı söylenebilir.
    Devletin, idaresinde bulunan gayr-i Müslimlerin haklarım korumak, onlara
    gelebilecek zararları ortadan kaldırmak ve askerlik hizmeti
    karşılığında aldığı bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir şeydir. O
    kadar ki bunu, Müslüman vatandaş ile Müslüman olmayan vatandaş
    arasında mühim ve farklı bir muamele olarak görmek mümkün değildir.

    Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarını koruduğu
    gibi onlara gelebilecek zararları da ortadan kaldırmaya çalışıyordu.
    Hatta, onlara yapılan bir haksizlik veya onlara karsı islenen bir suç,
    anında en ağır bir şekilde cezalandırılırdı.

    Nitekim 24 Cemaziyelevvel 975 (26 Kasım 1567) tarihli ve Alacahisar
    Beyi’ne gönderilen bir hükümde, dağda üç nefer zimmîyi katleden dört
    sipahinin suçlarının sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektiği
    bildirilmektedir. Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine
    bakılmaksızın, suçlarının gerektirdiği cezaların verildiğini
    göstermektedir. Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asırların
    dünyasında bu kadar rahatlıkla uygulanamazdı.

    Osmanlılarda, padişahların cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri
    şeriatın cizyeye ait kararlarına dayanıyordu. Nitekim daha Sultan I.
    Murat Han zamanında bu verginin İslâm hukukuna uygun olarak iki şekilde
    cibayet edildiği (toplandığı) görülmektedir. Bu şekillerden biri,
    Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlaşılarak alınan “Maktu Cizey”,
    diğeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alınan “Ale’r-Ruûs
    Cizye”dir.
    Osmanlı Devleti’nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece
    ergenlik (bulûğ) çağına gelmiş akil ve vücutça sağlam olan
    erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalışamayacak
    derecede bir rahatsızlığı olup fakir düsenler, 14-75 yaslarından küçük
    veya büyük olanlar ile kadınlar cizyeden muaf idiler. Bundan da
    anlaşılacağı üzere Osmanlılarda cizye, tamamen İslâm hukukunun
    esaslarına göre uygulanıyordu.

    Başlangıçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye
    alınmıyordu. Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranın kıymet ve değeri
    de ayni değildi. Bu sebeple cizye miktarı, verilen fetvalara ve
    bölgelere göre azalıp çoğalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en
    önemli fetva Seyhülislâm Ebû Suûd Efendi (1545-1574)’nin fetvasıdır. Bu
    fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi
    toplumun sosyal yapısı hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o,
    “amele kadir olan kâfir ki, ikiyüz dirhem-i ser’iyeye kadir olmaya, ol
    makule ednâdir, on iki dirhem-i ser’î alınır. İkiyüz dirhem-i
    ser’iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi
    dirhem-i ser’î alınır. On bin dirhem-i ser’iyyeye malik olan ‘a’la
    makulesidir, onlarin cizye-i ser’iyeleri kırk dirhem-i ser’idir”
    demektedir.

    Kısmen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük
    ölçüde devlet müsamahasının bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi
    bulunduğu sınıflamada en az cizye verenler (ednâ sınıfı), her zaman
    öbür sınıflardan daha fazla olmuşlardır. Örnek olması bakımından 1103
    (1691) senesinin Brud (Brod) kazası ve tevabiinde cizye verenlerin
    sınıflarına göre sayısına baktığımız zaman karsımıza aşağıdaki tablo
    çıkmaktadır:

    A’la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166.
    Daha önce de belirtildiği gibi, Müslüman devletlerde cizye mükellefi,
    bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlıkla istifade edebilmekteydi.
    C.H. Becker’in İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Cizye” maddesinde belirttiği
    gibi cizye ödeyen mükellefler, İslâm devleti ile yalnız iman ve
    âyinlerine müsamaha değil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine
    bahseden bir mukavele akd etmiş olurlar ki, benzer örnekleri Osmanlı
    Devleti’nde çokça görmek mümkündür. Nitekim Edirne’de meydana gelen bir
    yangında, dükkânları yanan Yahudilere, devlet tarafından verilen atiyye
    ile yardımın taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz.

    Osmanlı Devleti’nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin
    Muharrem ayında değişik müesseselerce toplanıyordu. Birliği ortadan
    kaldıran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sıkıntılara
    sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam
    KöPage Rankingülüzâde Fâzil Mustafa Pasa, devrin ilgilileri ile yaptığı
    istisareden sonra, cizyenin toplanmasını belli kaide ve sistemlere
    bağlayarak toplama isinin tek elden yapılmasını sağladı. Bundan sonra
    her üç sınıf zimmî için ayrı birer mühür kazdırdı. Bunlara “a’la”,
    “evsat” ve “edna fakir” gibi kayıtlar koydurttu. Her sene için tarihleri
    değişen bu mühürlerin ve dolayısıyla cizye mükelleflerinin,
    birbirinden açık ve kesin çizgilerle ayrılabilmesi için bunların gerek
    şekillerinde ve gerekse yazı karakterlerinde farklı uygulamalara
    gidildi. Bu uygulama o kadar yaygınlaştı ki, aşağıda fotokopilerini
    göreceğiniz mühürler 1269 (1852) senesine aittir. Demek oluyor ki
    cizyenin kaldırılışına kadar bu uygulama devam etmiştir.
    Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kağıtlarının renkleri
    de değişiyordu. Kağıtların üzerinde de cizyenin hangi seneye ait olduğu,
    sınıfı, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin
    isimleri vardı.

    Osmanlılarda cizye uygulaması, 1272 (1855) senesinde cizyenin,
    “Bedel-i askeriye”ye tebdili zamanına kadar devam etti.

    ÖRFÎ VERGILER (TEKALIFI ÖRFIYYE)
    Osmanlılarda ser’î vergilerin yanında, temeli ihtiyaçlardan doğan ve
    örfe dayanan bir verginin daha bulunduğuna temas edilmişti. Bu, örfî
    vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayrı bir kategoride mütalaa
    edilir. Osmanlı Devleti, kendisinden önceki diğer devletlerde olduğu
    gibi, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Zira devrin özelliği
    diyebileceğimiz harpler, durmaksızın devam ediyor ve ser’î vergiler de
    bu durumun yüklediği masrafları karşılamaktan uzak bulunuyordu.
    Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatılması ve harbe hazır bir
    duruma getirilebilmesi ile donanmanın hazır halde bulundurulması gibi
    mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bırakıyordu. İste
    bunun için devlet, II. Bâyezid (1481-1512)’in son senelerine tesadüf
    eden günlerde “Imdadiye-i seferiye” adi ile bir örfî vergi koymak
    suretiyle bu sıkıntıyı ortadan kaldırıp gidermeye çalışıyordu.

    Görüldüğü gibi, devlet için ser’î vergilerden ayrı olarak örfî vergi
    tarh etmek, bir zaruret halini almıştı. Bu mecburiyet, devleti, vaz’
    ettiği (koyduğu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarının
    azalmaması için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda bırakıyordu. Yine
    bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin şayi ve kalemleri,
    belirten ihtiyaçlara göre çoğaltılıyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade
    edildiğine daha önce de temas edilmişti.
    Zaten Osmanlı sultanlarının bu hususta ser’î hukuka göre hareket
    ettikleri, emir ve fermanları ile, eski uygulamaları bir araya toplayan
    kanunnâme mecmualarının basında bulunan “ser’-i serife muvafakati
    mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser’iyyedir” ifadesinden
    de açıkça anlaşılmaktadır.
    Normal olarak geçici olması gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen
    muharebe ve ekonomik sıkıntılar neticesinde devamlılık kazanan örfî
    vergileri de iki kısma ayırmak mümkündür:

    1- Tekâlifiâdiye
    2- Tekâlif-i sakka

    1- Tekâlif-i Âdiye: Ser’î hukuka göre malî bir terim olarak “ca’l”
    adi da verilen bu vergi türü, aralıksız devam eden harp ve malî
    krizlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Böyle bir zaruretin, örfî
    vergilerin konmasına cevaz ve imkân sağladığı daha önce anlatılmıştı.
    Binaenaleyh, İslâm hukukunun müsaade ettiği bu nevi vergilerin Osmanlı
    Devleti’nde bulunmasında bir sakınca yok demektir. Bu yüzden “tekâlif-i
    örfiyye” diye zikr edilen vergilere ser’an ruhsatın verildiğini
    söyleyebiliriz.

    2- Tekâlif-i Sakka: Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir
    zarurete bağlı olmadan tekâlif kaideleri dışına çıkılarak konmuş bulunan
    vergilerdir. Belli bir kaide ve sistemi olmadığından bu tip vergilerde
    hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceğinden, böyle vergilere ser’an
    müsaade edilmemiştir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566)
    devrinin sadrazamı Lütfi Paşa (H. 942-947) bu konuya temasla söyle der:
    “Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir.”
    Osmanlılarda, Tanzimat’a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci
    kısmı olan “sakka”nin olmadığını, tebea üzerine böyle bir verginin tarh
    edilmediği, ancak bazı vergilerin buna benzemelerinden dolayı “sakka”
    zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, bilhassa XVII.
    asırdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çıktığı
    bilinmektedir. Fakat padişahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir
    yola bas vurulmaması için “adâletnâmeler” gönderiyorlardı.

    Örfî vergilerin tahsili, ser’î vergilerin tahsilinden farklı idi.
    Ser’î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya, daha doğru bir
    ifade ile köylüye hasr edilmiş görünmektedir. Gerçi zekât ve cizye gibi
    ser’î vergiler, bu kaidenin dışında bulunmaktadır. Fakat ziraî mahsûl
    ile daha çok hasir nesir olan köylü, öşür ve haraç gibi ziraî vergilerin
    mükellefi bulunmaktadır.
    Buna karşılık örfî vergiler, daha çok şehirliyi bilhassa ticaret
    erbabını ve pazarlarla alakalı kimseleri kapsamaktaydı.
    Şehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi
    faaliyetine dayanmakta olduğundan birçok vergi bu kısma dahil
    bulunuyordu. Keza büyük bir kısmının devlet adına sipahîler tarafından
    alındığını bildiğimiz ser’î vergilerin aksine bu, her sene vali,
    mütesellim ve voyvodalar tarafından, mıntıka ileri gelenleri ve kadı
    marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu.
    “Rûz-i Hizir” ve “Rûz-i Kasım” hesabına göre senede iki taksitle alınmak
    üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler,
    ser’iye mahkemelerinin siciline kaydedilirdi.

    Bu defterlere bir memleket halkından, toplanması kararlaştırılmış ne
    kadar örfî vergi varsa tamamı yazılırdı. Yazılan bu miktar, eşit
    şekilde fertlere taksim edilerek alınırdı. Bu defterlerin tasdikli bir
    sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi
    mükellefleri de bu defterlerin kapsadığı sekil ve miktarda vergilerini
    vererek, kendilerine düsen vatandaşlık görevlerini yerine getirmiş
    olurlardı.

    Zaman ve mıntıkalara göre isimleri ile birlikte çeşitleri de değişen
    örfî vergiler, hazinenin vaz geçemiyeceği bir malî yardim halini
    almıştı. Bu vergilerin basında “îmdadiye” diye isimlendirilen vergi
    gelmektedir.

    “îmdadiye-i seferiye” ve “îmdadiye-i hazariye” olmak üzere iki kısma
    ayrılan bu vergi, isminden de anlaşılacağı üzere sefer ve harplere
    bağlı olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir. Muharebe
    masraflarını karşılamak üzere vatandaşlardan alınan bir vergidir. Bu
    vergi, Osmanlı Devleti’nin, durmak bilmeyen harplerle karsılaşması
    yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldıramaması sebebiyle konulmuştu.
    Muharebeler esnasında, boşalan devlet hazinesinin (beytü’l-mal) ihtiyacı
    olan parayı tedarik etmek ve askerin donatılmasını sağlamak için
    konulan imdadiye vergisi, bazen hazineye gönderilir, bazen da doğrudan
    doğruya orduya memur olan serdarlara verilirdi.

    Miktarı, durum ve ihtiyaca bağlı olarak fermanlarla artıp eksilen bu
    vergi kalemi, tevzi defterlerine yazılıp toplanırdı. Bu vergi, sadece
    esnaf, tüccar vs. gibi halk tabakalarından alınmıyordu. Duruma göre
    devlet adamları da bu vergiye istirak ediyorlardı.
    Osmanlı Devleti’nde, örfî vergiler kısmına giren vergi kalemlerinden
    biri de “Avânz” adini taşıyan vergidir. Bu vergi, olağanüstü hallerde,
    tebeaya yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergidir. Avâriz-i divâniye
    adi ile de anılan bu vergi, devlet masraflarının memleket nüfusuna tevzi
    ve taksimi sonucu ortaya çıkmıştır. Çok eski bir vergi olmakla
    beraber, ne zaman ihdas olunduğu kesin olarak bilinememektedir.

    Bununla beraber bu verginin Osmanlılardan önce Anadolu
    beyliklerindeki mevcudiyetinden bazı vesikalar sayesinde haberdar
    olmaktayız. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri nesr eden
    Uzunçarsili, benzerinin Osmanlılarda da aynen uygulandığını bildirerek
    söyle der: “Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani “avâriz-i
    divaniye” ve “rüsûm-i örfiyye”den muafiyet muameleleri, birbirlerinin
    aynidir. Bu hususa dair aşağıda vesikalar kısmında Karamanoğullarına ait
    kayıtlarla Osmanlı tahrir kayıtlan karsılaştırılacak olursa görüşümüz
    kesinlik kazanır.”

    Bu verginin 4-5 yılda bir defa alındığını belirten Lütfi Pasa, bunun
    Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alındığını
    kaydeder.
    Devlet, fevkalade bir vaziyetin icab ettirdiği masraflar ile muayyen
    vasıflan haiz yiyecek maddelerini, harp levazım ve masraflarını, belirli
    vergi kaynaklarından karşılayamayacağını anladığı zaman, özel bazı
    tedbirler ile memleketin bütün imkânlarını seferber etmeye karar
    verirdi. Bu karar gereğince vaziyetin icabina göre, kendisine lazım olan
    para, hizmet, eşya ve mahsûl miktarı tespit edilerek muhtelif bölge ve
    mahallere tevzi edilirdi.

    Halk arasında “salgun” diye de adlandırılan bu vergi XIX. asirda
    tamamen paraya çevrildi. Tanzimat fermanı ile de ortadan kaldırıldı.

    “Avâriz” vergisi, değişik isimlerle zikr ediliyordu. Menzil mali,
    bedel-i nüzûl, zahire baha, han, resm-i sürsat, kürekçi bedeli, kömür ve
    kereste bedeli, beldaran, hâne, çayır kirası gibi isimler bunlardan
    birkaçıdır.”
    diğer bütün vergilerde olduğu gibi, bazı sınıf ve zümreler avârizdan
    muaf tutulmuşlardır. Askerî sınıfa mensub olanlarla ilmî ve dinî bazı
    mansiblarin sahipleri, derbentçi, tuzcu, çeltikçi, ortakçı, katrancı ve
    doğancılar ile bazı vakıfların reâyası ve bazı hizmet erbabını burada
    zikredebiliriz.

    Osmanlı örfî vergilerinden bir kalem de “Harçlar” adi altında
    zikredilmektedir. Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düşenlerden
    alınmaktaydı. değişik isimlerle alınan bu harçlar, mahkemelerde hakim,
    kadı ve naillerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen
    hükümlerden, meşihat makamından yazılı olarak çıkan fetvalardan, ölen
    bir kimsenin mirasçıları arasında yapılan miras taksiminden, nikah vs.
    gibi muamelelerin karşılığı olarak alınmaktaydı

      Forum Saati Paz Mayıs 19, 2024 11:04 pm