[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Osmanlı Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teşkilâta sahip olmuştu. Kaynakların verdiği
bilgiye göre Osmanlılardaki ilk maliye teşkilâtının Murat Hüdavendigâr
(I. Murat) zamanında Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Kara Rüştem
tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Bu bilgiler ışığında meseleye
bakıldığı zaman Osmanlı maliyesinin daha ilk kuruluş dönemlerinde
ortaya çıktığı ve devletin buna büyük bir itina gösterdiği
anlaşılmaktadır.
Gerçekten Fâtih zamanında tedvin edilmiş olan kanunnâmede “Bu
kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur” ifadesi ile
tarihî bilgilere göre ilk Osmanlı hükümdarlarının, bir araya getirilip
tedvin edilmemiş kanunnâme hükümleri ile âmil oldukları
anlaşılmaktadır.
Fâtih kanunnâmesinde yer alan “Ve yılda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma
defterdarlarım irad ve masrafım okuyalar hil’at-i fahire giysinler.”
ve “Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarım emri ile
dahil-hariç olsun” ifadeleri, Osmanlıların maliye teşkilâtına ne denli
önem verdiklerini, bu anlayışa daha ilk zamanlardan beri nasıl sahip
çıktıkları görülmektedir. Aslında bu gerekli idi. Çünkü gelir ve gider
hesapları olmayan, neyin nereden ve ne zaman geleceği bilinmeyen ve bu
konuda matematikî bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düşünülemez.
Görüldüğü gibi Osmanlı maliye teşkilâtının basında “Defterdâr” adi
verilen bir görevli bulunmaktadır. Bu görevli, günümüzdeki Maliye
Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu.
Önceleri teşkilatın basında bir defterdarla, onun maiyeti vardı.
Bütün malî islerden bu Bas defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı
ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar şayisi ikiye çıkarıldı.
Kanunnâmede de belirtildiği gibi defterdar padişah malinin vekili idi.
kuruluş döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu. Buna
karşılık masraflar pek o kadar fazla değildi. Zira bu dönemde Osmanlı
askerinin büyük bir kısmı tımarlı sipahi idi.
Ayrıca devlet erkânından çoğunun has ve tımarlarının geliri
kendilerine yetiyordu. Devletin masrafı ise sadece Kapıkulu askerlerine
verilen para (maaş) idi. Gelirlerin fazlası ise cami, medrese, köPage
Rankingü, han, hamam vs. gibi imar islerinde kullanılıyordu.
Osmanlı maliyesi, “Miri hazine” (veya dış hazine) ile Enderûn (veya iç
hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdı. Dış hazinenin görev ve
yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masrafları yerli
yerinde kullanmak seklinde belirlenmişti. İç hazine ise padişaha
aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı.
Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak
suretiyle ödünç para alınırdı. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar
mührü ile açılıp kapanırdı. Bu hazine, defterdarın sorumluluğu ve
vezirin denetimi altında idi.
Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanlı sikkesinin Orhan Bey’e
ait olduğu biliniyordu. Fakat Osman Bey’e ait sikkenin bulunmasıyla
eski bilgi, geçerliliğini kaybetti. Buna göre ilk Osmanlı parasının
Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul
Osmanlı parasına “akça” deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti
olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları Fâtih Sultan
Mehmet dönemine kadar gümüş ve bakir para bastırdılar. kuruluş
döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranın ayarına ve saf gümüş
olmasına özen gösteriliyordu.
[değiştir]
Vergiler
Osmanlı maliyesinin farklı gelir kaynakları vardı. Bunların basında
da halktan toplanan vergiler geliyordu. Tarihî bir vakia olan
vergi,amme hizmetlerinin muntazam bir şekilde devamlılığını temin için
bas vurulan bir çaredir. Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve
sosyal hayatlarında önemli bir yeri bulunmaktadır.
Siyasî bir çevre içinde ortaya çıkan İslâm, kendisinden önceki din ve
toplumlarda mevcut olup tatbik edilen vergilerle karsılaştı.
Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu olduğu zamanlarda,
fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduğuna göre İslâm, kendisinden
müstağni kalamazdı. Bununla beraber İslâm vergi sistemi, birdenbire ve
topyekûn vaz’ edilip uygulama sahasına konmamıştır. O, İslâm’ın
yayılışına ve ihtiyaçların ortaya çıkısına göre yirmi senelik tesriî bir
tekâmül sonunda müesseseleşmiştir.
Osmanlı devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alıp tatbik ve
inkişaf ettirdiği vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî
tarihi bakımından önemli bir yer tutar. Bunun için, iktisadî tarihin
önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi değerlendirmek
gerekir.
Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanlı Devleti,
inkişâf ettirip kemâl mertebesine ulaştırdığı müesseseleri ile,
tebeasindan tahsil ettiği verginin temeli, İslâm hukukunun kaynaklarına
dayanıyordu.
Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok
vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanlı Devleti’nin bu
uygulaması, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildiği
kadar karmaşık ve anlaşılmaz değildir.
Gerçekten mıntıka ve zamanlara göre farklı isimlerle toplanan bunca
vergi kalemi, sağlam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarını
çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek şekilde
basitleştirilebilir.
Bilindiği gibi Osmanlı devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri
olan mâliyenin, temel dayanağını teşkil eden vergi, genel mânâda iki ana
bölüme ayrılır.
Bunlardan biri tamamıyla şeriata dayanan ve esas itibari ile Kitab
(Kur’an) ile Sünnet’ten kaynaklanan “Ser’î Vergiler”dir ki buna
“Tekâlif-i Ser’iyye” denmektedir. İkincisi de bas gösteren malî
sıkıntılar yüzünden devlet tarafından bir zorunluluk sonucunda konan
“Örfî Vergiler”dir ki buna da “Tekâlif-i Örfiye” denir.
Müslüman bir cemiyete istinat eden bünyesi ile ser’î hukuku hem
nazarî hem de amelî bir şekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanlı
Devleti, diğer Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarını gözden
ırak tutmuyordu. Bu bakımdan, Osmanlı tarih ve teşkilâtlarını baslı
basına ve kendinden öncekilerden tamamen ayrı düşünemeyiz.
Çünkü Osmanlılar, kendilerinden önce Anadolu’ya gelip yerleşmiş
bulunan Müslüman Türklerin yasayış tarzlarını, ahlâk, iktisat, âdet, örf
ve diğer özelliklerini almaktan çekinmiyorlardı. Bunun içindir ki, bir
şehir veya kasaba Karamanlılardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya
başka bir beylikten Osmanlılara geçmekle fazla bir değişikliğe
uğramıyordu. Çünkü Osmanlı Devleti teşkilât ve müesseseleri ile Anadolu
beylikleri teşkilât ve müesseseleri arasında pek büyük farklar
bulunmuyordu.
Osmanlı vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alınan
verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemiş
olmasıdır. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldığı
vergilerde değil, onun adına timar sahibinin aldığı vergilerde de
geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarları
kanunlarla tayin edilmiş olan bir kısım vergiden fazlasını tahsile
selahiyetli değildi. Yetkisini asıp onu kötüye kullanandan dirliği, bir
daha geri verilmemek üzere alınırdı.
Ana hatları ile Osmanlı vergi sisteminden bahs ettikten sonra artık
vergi çeşitlerini görebiliriz. Daha önce de temas edildiği gibi Osmanlı
vergisi iki ana bölümde inceleniyordu. Bunlardan biri Ser’î Vergiler,
diğeri de Örfî vergilerdir.
SER’Î VERGILER (TEKÂLIFI SER’IYYE)
Osmanlı Devleti’nde “Tekâlif-i Ser’iyye”nin temelini teşkil eden
vergilerin tarh, cibâyet vs. gibi hükümleri, fıkıh kitaplarında
tafsilâtlı bir şekilde anlatıldıkları gibiydi. Bununla beraber farklı
din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sınırları içinde barındırdığı
için, tekâlif-i ser’iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çeşitleri de
farklı olagelmişlerdir. Bu bakımdan Zekât, Öşür, Cizye ve Haraç gibi
temel vergilerden başka bunların kısımları olarak seksen kadar vergi
kalemi bulunmaktaydı.
ZEKAT
Bilindiği gibi zekât, İslâm’ın üzerine bina kılındığı beş esas rükünden
birini teşkil etmektedir. İslâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya
basit bir sadaka değildir. O, devlet ve toplumun fert üzerindeki
hakkidir. Binaenaleyh devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi
serbest bırakmaz. Onu, âmilleri vâsıtasıyla toplamak ve yerine sarf
etmek zorundadır. Nisaba mâlik bulunan ve belli şartları taşıyan her
Müslümanın vermekle mükellef olduğu zekât, Osmanlı Devleti’nde diğer
Müslüman devletlerde olduğu gibi uygulanıyordu. Bu sebeple biz, konunun
detaylarına girmek istemiyoruz.
HARAC
Osmanlılarda daha ziyade gayr-i Müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden
biri, Haraç adini taşımaktadır. İslâm vergi hukukunda olduğu gibi
Osmanlılarda da Haraç iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar Haraç-i Muvazzaf
ve Haraç-i Mukasem adını taşımaktadırlar. Haraç’ın bu iki kısmı da ser’î
vergilerden olduğu için gerek ilk tarhı, gerekse ilk tahsili ile
ilgili bir başlangıç tesbit etmek mümkün değildir. Bununla beraber 11
Cemaziyelahir 860 (17 Mayıs 1456) tarihli bir fermanda belirtildiğine
göre Fâtih Sultan Mehmet, babası II. Murat’ın Kostandin’de derbent
bekleyen yirmi kadar kefereyi haraçtan muaf saydığı, kendisinin de buna
aynen uyduğu görülmektedir. Bu belge, haraç uygulamasının kuruluş
döneminde mevcut olduğunu göstermektedir.
Haraç-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir şekilde konmuş bulunan
akça olup zaman ve mıntıkalara göre farklı isimler alıyordu. Bunların
bir kısmı adeta toprağın ücreti olarak alınmaktaydı. Bu gruba
girenlerden bir kısmım söyle isimlendirmek mümkün olacaktır: Resm-i
Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyâb, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit
sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred,
Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu. Biraz asagida görülecegi gibi
Harac-i Mukasem, Osmanlılar döneminde “ösür” kelimesi ile ifade
ediliyordu. Bu bakımdan biz de ösür bahsinde ona temas edecegiz.
ÖSÜR
Bilindiği gibi İslâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli
nispetler şartlar dahilinde Müslüman tebeadan alınan vergiye Öşür denir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında diğer Müslüman devletlerde
olduğu gibi, mülk olan “arazi-i öşriyye”den sadece öşür alınmaktaydı. Bu
dönemde Osmanlılarda arazi biri “Öşriyye” diğeri de “Haraciyye” olmak
üzere ikiye ayrılıyordu. Fakat XIV. asrin son çeyreğinden itibaren bazı
sebeplerden dolayı birtakım değişiklikler yapılarak, arazinin bir
kısmı “Emiriyye” olarak kabul edildi. Bu durum, daha sonraları Hicaz
mıntıkası hariç kalmak üzere “Osmanlılarda arazi sultaniyyedir”
seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmiş oldu.
Binaenaleyh, Osmanlı Devleti’nde öşür denince biri kuruluş dönemindeki
mülk arazi mahsulatından alınan vergi ve sonraları sadece Hicaz
bölgesinde alınan öşür ile, diğeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak
üzere alınan ve “amme-i nâs tarafından galat-i fâhis” olarak kendisine
öşür denen “haraç-i mukasem” anlaşılmaktadır. Zira Osmanlılarda haracın
mukasem kısmına öşür adi verilmekteydi.
Osmanlı Devleti’nde, öşür kelimesi yerine başka tabirler de
kullanılıyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çıkmıştı. Dimus, Ikta ve
Sâlariye bu neviden kelimelerdi. Dimus, Suriye’ye ait defterlerde,
Ikta, Irak mıntıkasına ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli
defterlerinde zikr edilmekteydi. Osmanlı Devleti’nde öşür, su aşağıdaki
maddalerden de alınmaktaydı: Bağ, sıra, bahçe, bostan, fevakih, kovan,
harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balık).
CIZYE
İslâm hukukuna göre cizye, devletin, Müslüman olmayan vatandaşını
(tebeasini) yakından ilgilendiren bir vergidir. Bir mânâda buna,
devletin Müslüman tebeadan aldığı zekât karşılığıdır denebilir. Zira
Müslüman olmayan tebeayi cizyeye bağlamakla, devlette bir denge
sağlanmış bulunuyordu. İslâm nazarında Müslümanlarla zimmîler (devletin
Müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaşlarıdır. Ayni
haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarından
yararlanmaktadırlar. Bu sebeple, Müslümanların ödediği zekâta karşılık,
ehl-i zimmette cizye vermekteydi. Gerçekten İslâm Devleti, bu vergiyi
koyarken yukarıda belirtilen dengeyi sağlamaktan başka bir şey
düşünmüyordu. Nitekim ilk İslâm fetihleri ve bu fetihlerin sonucunda
İslâm devletinin idaresine giren Gayr-i Müslimlerin durumundan
bahsedilirken “zimmîler bazen eski idarecilerinin topladıkları vergiden
daha az bir vergi yükü ile mükellef tutuluyorlardı. Bu hal, İslâm’ın
onları hakkiyle himaye ettiğini göstermesi bakımından İslâm devleti için
bir şerefti” denilmektedir.
Osmanlı vergi hukukunun “Tekâlif-i Ser’iyye” bölümüne dahil olan
cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarından birini teşkil ediyordu.
Müslüman bir devlet olması hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasının
ilk kuruluş yıllarından itibaren başladığı söylenebilir.
Devletin, idaresinde bulunan gayr-i Müslimlerin haklarım korumak, onlara
gelebilecek zararları ortadan kaldırmak ve askerlik hizmeti
karşılığında aldığı bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir şeydir. O
kadar ki bunu, Müslüman vatandaş ile Müslüman olmayan vatandaş
arasında mühim ve farklı bir muamele olarak görmek mümkün değildir.
Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarını koruduğu
gibi onlara gelebilecek zararları da ortadan kaldırmaya çalışıyordu.
Hatta, onlara yapılan bir haksizlik veya onlara karsı islenen bir suç,
anında en ağır bir şekilde cezalandırılırdı.
Nitekim 24 Cemaziyelevvel 975 (26 Kasım 1567) tarihli ve Alacahisar
Beyi’ne gönderilen bir hükümde, dağda üç nefer zimmîyi katleden dört
sipahinin suçlarının sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektiği
bildirilmektedir. Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine
bakılmaksızın, suçlarının gerektirdiği cezaların verildiğini
göstermektedir. Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asırların
dünyasında bu kadar rahatlıkla uygulanamazdı.
Osmanlılarda, padişahların cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri
şeriatın cizyeye ait kararlarına dayanıyordu. Nitekim daha Sultan I.
Murat Han zamanında bu verginin İslâm hukukuna uygun olarak iki şekilde
cibayet edildiği (toplandığı) görülmektedir. Bu şekillerden biri,
Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlaşılarak alınan “Maktu Cizey”,
diğeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alınan “Ale’r-Ruûs
Cizye”dir.
Osmanlı Devleti’nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece
ergenlik (bulûğ) çağına gelmiş akil ve vücutça sağlam olan
erkeklerdir. Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalışamayacak
derecede bir rahatsızlığı olup fakir düsenler, 14-75 yaslarından küçük
veya büyük olanlar ile kadınlar cizyeden muaf idiler. Bundan da
anlaşılacağı üzere Osmanlılarda cizye, tamamen İslâm hukukunun
esaslarına göre uygulanıyordu.
Başlangıçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye
alınmıyordu. Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranın kıymet ve değeri
de ayni değildi. Bu sebeple cizye miktarı, verilen fetvalara ve
bölgelere göre azalıp çoğalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en
önemli fetva Seyhülislâm Ebû Suûd Efendi (1545-1574)’nin fetvasıdır. Bu
fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi
toplumun sosyal yapısı hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o,
“amele kadir olan kâfir ki, ikiyüz dirhem-i ser’iyeye kadir olmaya, ol
makule ednâdir, on iki dirhem-i ser’î alınır. İkiyüz dirhem-i
ser’iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi
dirhem-i ser’î alınır. On bin dirhem-i ser’iyyeye malik olan ‘a’la
makulesidir, onlarin cizye-i ser’iyeleri kırk dirhem-i ser’idir”
demektedir.
Kısmen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük
ölçüde devlet müsamahasının bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi
bulunduğu sınıflamada en az cizye verenler (ednâ sınıfı), her zaman
öbür sınıflardan daha fazla olmuşlardır. Örnek olması bakımından 1103
(1691) senesinin Brud (Brod) kazası ve tevabiinde cizye verenlerin
sınıflarına göre sayısına baktığımız zaman karsımıza aşağıdaki tablo
çıkmaktadır:
A’la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166.
Daha önce de belirtildiği gibi, Müslüman devletlerde cizye mükellefi,
bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlıkla istifade edebilmekteydi.
C.H. Becker’in İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Cizye” maddesinde belirttiği
gibi cizye ödeyen mükellefler, İslâm devleti ile yalnız iman ve
âyinlerine müsamaha değil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine
bahseden bir mukavele akd etmiş olurlar ki, benzer örnekleri Osmanlı
Devleti’nde çokça görmek mümkündür. Nitekim Edirne’de meydana gelen bir
yangında, dükkânları yanan Yahudilere, devlet tarafından verilen atiyye
ile yardımın taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz.
Osmanlı Devleti’nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin
Muharrem ayında değişik müesseselerce toplanıyordu. Birliği ortadan
kaldıran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sıkıntılara
sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam
KöPage Rankingülüzâde Fâzil Mustafa Pasa, devrin ilgilileri ile yaptığı
istisareden sonra, cizyenin toplanmasını belli kaide ve sistemlere
bağlayarak toplama isinin tek elden yapılmasını sağladı. Bundan sonra
her üç sınıf zimmî için ayrı birer mühür kazdırdı. Bunlara “a’la”,
“evsat” ve “edna fakir” gibi kayıtlar koydurttu. Her sene için tarihleri
değişen bu mühürlerin ve dolayısıyla cizye mükelleflerinin,
birbirinden açık ve kesin çizgilerle ayrılabilmesi için bunların gerek
şekillerinde ve gerekse yazı karakterlerinde farklı uygulamalara
gidildi. Bu uygulama o kadar yaygınlaştı ki, aşağıda fotokopilerini
göreceğiniz mühürler 1269 (1852) senesine aittir. Demek oluyor ki
cizyenin kaldırılışına kadar bu uygulama devam etmiştir.
Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kağıtlarının renkleri
de değişiyordu. Kağıtların üzerinde de cizyenin hangi seneye ait olduğu,
sınıfı, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin
isimleri vardı.
Osmanlılarda cizye uygulaması, 1272 (1855) senesinde cizyenin,
“Bedel-i askeriye”ye tebdili zamanına kadar devam etti.
ÖRFÎ VERGILER (TEKALIFI ÖRFIYYE)
Osmanlılarda ser’î vergilerin yanında, temeli ihtiyaçlardan doğan ve
örfe dayanan bir verginin daha bulunduğuna temas edilmişti. Bu, örfî
vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayrı bir kategoride mütalaa
edilir. Osmanlı Devleti, kendisinden önceki diğer devletlerde olduğu
gibi, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Zira devrin özelliği
diyebileceğimiz harpler, durmaksızın devam ediyor ve ser’î vergiler de
bu durumun yüklediği masrafları karşılamaktan uzak bulunuyordu.
Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatılması ve harbe hazır bir
duruma getirilebilmesi ile donanmanın hazır halde bulundurulması gibi
mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bırakıyordu. İste
bunun için devlet, II. Bâyezid (1481-1512)’in son senelerine tesadüf
eden günlerde “Imdadiye-i seferiye” adi ile bir örfî vergi koymak
suretiyle bu sıkıntıyı ortadan kaldırıp gidermeye çalışıyordu.
Görüldüğü gibi, devlet için ser’î vergilerden ayrı olarak örfî vergi
tarh etmek, bir zaruret halini almıştı. Bu mecburiyet, devleti, vaz’
ettiği (koyduğu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarının
azalmaması için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda bırakıyordu. Yine
bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin şayi ve kalemleri,
belirten ihtiyaçlara göre çoğaltılıyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade
edildiğine daha önce de temas edilmişti.
Zaten Osmanlı sultanlarının bu hususta ser’î hukuka göre hareket
ettikleri, emir ve fermanları ile, eski uygulamaları bir araya toplayan
kanunnâme mecmualarının basında bulunan “ser’-i serife muvafakati
mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser’iyyedir” ifadesinden
de açıkça anlaşılmaktadır.
Normal olarak geçici olması gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen
muharebe ve ekonomik sıkıntılar neticesinde devamlılık kazanan örfî
vergileri de iki kısma ayırmak mümkündür:
1- Tekâlifiâdiye
2- Tekâlif-i sakka
1- Tekâlif-i Âdiye: Ser’î hukuka göre malî bir terim olarak “ca’l”
adi da verilen bu vergi türü, aralıksız devam eden harp ve malî
krizlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Böyle bir zaruretin, örfî
vergilerin konmasına cevaz ve imkân sağladığı daha önce anlatılmıştı.
Binaenaleyh, İslâm hukukunun müsaade ettiği bu nevi vergilerin Osmanlı
Devleti’nde bulunmasında bir sakınca yok demektir. Bu yüzden “tekâlif-i
örfiyye” diye zikr edilen vergilere ser’an ruhsatın verildiğini
söyleyebiliriz.
2- Tekâlif-i Sakka: Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir
zarurete bağlı olmadan tekâlif kaideleri dışına çıkılarak konmuş bulunan
vergilerdir. Belli bir kaide ve sistemi olmadığından bu tip vergilerde
hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceğinden, böyle vergilere ser’an
müsaade edilmemiştir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566)
devrinin sadrazamı Lütfi Paşa (H. 942-947) bu konuya temasla söyle der:
“Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir.”
Osmanlılarda, Tanzimat’a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci
kısmı olan “sakka”nin olmadığını, tebea üzerine böyle bir verginin tarh
edilmediği, ancak bazı vergilerin buna benzemelerinden dolayı “sakka”
zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, bilhassa XVII.
asırdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çıktığı
bilinmektedir. Fakat padişahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir
yola bas vurulmaması için “adâletnâmeler” gönderiyorlardı.
Örfî vergilerin tahsili, ser’î vergilerin tahsilinden farklı idi.
Ser’î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya, daha doğru bir
ifade ile köylüye hasr edilmiş görünmektedir. Gerçi zekât ve cizye gibi
ser’î vergiler, bu kaidenin dışında bulunmaktadır. Fakat ziraî mahsûl
ile daha çok hasir nesir olan köylü, öşür ve haraç gibi ziraî vergilerin
mükellefi bulunmaktadır.
Buna karşılık örfî vergiler, daha çok şehirliyi bilhassa ticaret
erbabını ve pazarlarla alakalı kimseleri kapsamaktaydı.
Şehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi
faaliyetine dayanmakta olduğundan birçok vergi bu kısma dahil
bulunuyordu. Keza büyük bir kısmının devlet adına sipahîler tarafından
alındığını bildiğimiz ser’î vergilerin aksine bu, her sene vali,
mütesellim ve voyvodalar tarafından, mıntıka ileri gelenleri ve kadı
marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu.
“Rûz-i Hizir” ve “Rûz-i Kasım” hesabına göre senede iki taksitle alınmak
üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler,
ser’iye mahkemelerinin siciline kaydedilirdi.
Bu defterlere bir memleket halkından, toplanması kararlaştırılmış ne
kadar örfî vergi varsa tamamı yazılırdı. Yazılan bu miktar, eşit
şekilde fertlere taksim edilerek alınırdı. Bu defterlerin tasdikli bir
sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi
mükellefleri de bu defterlerin kapsadığı sekil ve miktarda vergilerini
vererek, kendilerine düsen vatandaşlık görevlerini yerine getirmiş
olurlardı.
Zaman ve mıntıkalara göre isimleri ile birlikte çeşitleri de değişen
örfî vergiler, hazinenin vaz geçemiyeceği bir malî yardim halini
almıştı. Bu vergilerin basında “îmdadiye” diye isimlendirilen vergi
gelmektedir.
“îmdadiye-i seferiye” ve “îmdadiye-i hazariye” olmak üzere iki kısma
ayrılan bu vergi, isminden de anlaşılacağı üzere sefer ve harplere
bağlı olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir. Muharebe
masraflarını karşılamak üzere vatandaşlardan alınan bir vergidir. Bu
vergi, Osmanlı Devleti’nin, durmak bilmeyen harplerle karsılaşması
yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldıramaması sebebiyle konulmuştu.
Muharebeler esnasında, boşalan devlet hazinesinin (beytü’l-mal) ihtiyacı
olan parayı tedarik etmek ve askerin donatılmasını sağlamak için
konulan imdadiye vergisi, bazen hazineye gönderilir, bazen da doğrudan
doğruya orduya memur olan serdarlara verilirdi.
Miktarı, durum ve ihtiyaca bağlı olarak fermanlarla artıp eksilen bu
vergi kalemi, tevzi defterlerine yazılıp toplanırdı. Bu vergi, sadece
esnaf, tüccar vs. gibi halk tabakalarından alınmıyordu. Duruma göre
devlet adamları da bu vergiye istirak ediyorlardı.
Osmanlı Devleti’nde, örfî vergiler kısmına giren vergi kalemlerinden
biri de “Avânz” adini taşıyan vergidir. Bu vergi, olağanüstü hallerde,
tebeaya yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergidir. Avâriz-i divâniye
adi ile de anılan bu vergi, devlet masraflarının memleket nüfusuna tevzi
ve taksimi sonucu ortaya çıkmıştır. Çok eski bir vergi olmakla
beraber, ne zaman ihdas olunduğu kesin olarak bilinememektedir.
Bununla beraber bu verginin Osmanlılardan önce Anadolu
beyliklerindeki mevcudiyetinden bazı vesikalar sayesinde haberdar
olmaktayız. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri nesr eden
Uzunçarsili, benzerinin Osmanlılarda da aynen uygulandığını bildirerek
söyle der: “Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani “avâriz-i
divaniye” ve “rüsûm-i örfiyye”den muafiyet muameleleri, birbirlerinin
aynidir. Bu hususa dair aşağıda vesikalar kısmında Karamanoğullarına ait
kayıtlarla Osmanlı tahrir kayıtlan karsılaştırılacak olursa görüşümüz
kesinlik kazanır.”
Bu verginin 4-5 yılda bir defa alındığını belirten Lütfi Pasa, bunun
Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alındığını
kaydeder.
Devlet, fevkalade bir vaziyetin icab ettirdiği masraflar ile muayyen
vasıflan haiz yiyecek maddelerini, harp levazım ve masraflarını, belirli
vergi kaynaklarından karşılayamayacağını anladığı zaman, özel bazı
tedbirler ile memleketin bütün imkânlarını seferber etmeye karar
verirdi. Bu karar gereğince vaziyetin icabina göre, kendisine lazım olan
para, hizmet, eşya ve mahsûl miktarı tespit edilerek muhtelif bölge ve
mahallere tevzi edilirdi.
Halk arasında “salgun” diye de adlandırılan bu vergi XIX. asirda
tamamen paraya çevrildi. Tanzimat fermanı ile de ortadan kaldırıldı.
“Avâriz” vergisi, değişik isimlerle zikr ediliyordu. Menzil mali,
bedel-i nüzûl, zahire baha, han, resm-i sürsat, kürekçi bedeli, kömür ve
kereste bedeli, beldaran, hâne, çayır kirası gibi isimler bunlardan
birkaçıdır.”
diğer bütün vergilerde olduğu gibi, bazı sınıf ve zümreler avârizdan
muaf tutulmuşlardır. Askerî sınıfa mensub olanlarla ilmî ve dinî bazı
mansiblarin sahipleri, derbentçi, tuzcu, çeltikçi, ortakçı, katrancı ve
doğancılar ile bazı vakıfların reâyası ve bazı hizmet erbabını burada
zikredebiliriz.
Osmanlı örfî vergilerinden bir kalem de “Harçlar” adi altında
zikredilmektedir. Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düşenlerden
alınmaktaydı. değişik isimlerle alınan bu harçlar, mahkemelerde hakim,
kadı ve naillerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen
hükümlerden, meşihat makamından yazılı olarak çıkan fetvalardan, ölen
bir kimsenin mirasçıları arasında yapılan miras taksiminden, nikah vs.
gibi muamelelerin karşılığı olarak alınmaktaydı